Abdulaziz ibni Suud |
I. Dünya Savaşı öncesi İngiliz derin devleti, Osmanlı üzerindeki baskı ve tehditlerini artırarak eskisinin aksine gerilimi tırmandırma politikaları izlemeye başladı. Türk düşmanlığı ile ünlü İngiltere Başbakanı Lord Salisbury, yakın çevresi içinde, sık sık Türk topraklarının paylaşılması gerektiğinden söz ediyordu. Osmanlı Devleti’ni kendince “yaşamak için çok çürük” olarak tanımlıyor ve ülkenin, başta İngiltere olmak üzere büyük devletler tarafından paylaşılmasını teklif ediyordu.
Lord Salisbury’nin Sadrazam Sait Paşa’ya 28 Haziran 1895’de gönderdiği mektup tehditlerle doluydu:
Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu çok büyük tehlikeye dikkati çekerim. İktidara geldiğim günden beri İngiltere’de kamuoyunun Osmanlı Devleti aleyhine döndüğünü hayretle görüyorum. Bu devletin devam etmeyeceğine dair kanaat günden güne artmaktadır. 57
20. yüzyılın başından itibaren İngiliz derin devleti, savaşa giden yolda düşman ve müttefiklerini savaş sonrası hesaplarına göre yeniden düzenledi. Artık rakibi eskisi gibi Rusya değil, Almanya’ydı. Osmanlı Devleti ile de yakınlaşmaya girmekten titizlikle kaçınıyor ve pasif bir politika izliyordu. İngiliz Kralı 7. Edward’la, Rus Çarı II. Nikola, 8-9 Haziran 1908’de Reval’da buluştular ve burada bir antlaşma imzaladılar. Tüm bunlar, Salisbury’nin, Sadrazam Sait Paşa’ya gönderdiği mektupta yer alan “Eğer İngiltere, Rusya ile ittifak yaparsa Osmanlı Devleti sona erer” tehdidinin hayata geçirildiğini gösteriyordu.
İngiliz derin devletinin tüm bu savaş öncesi stratejileri, savaş sırasında yanında ve karşısında yer alacakları önceden netleştirmeye yönelikti. Geriye yalnızca savaşı başlatmaya yarayacak göstermelik nedenleri kurgulamak kalıyordu.
1. Dünya Savaşı sırasında Arap isyanları |
İngiliz Derin Devletinin Osmanlı’yı Parçalama Stratejisie
İngiliz derin devleti, Avrupa’daki ülkeler ve imparatorluklar arasındaki gerilimleri, sinsi taktiklerle, günden güne tırmandırarak, küçük bir kıvılcımla dev bir savaşın patlak vereceği bir ortam hazırladı. İngiliz derin devleti en sonunda kiralık bir katilin düzenlediği hain bir suikastla I. Dünya Savaşı’nı başlattı.
Osmanlı Devleti, en başından itibaren böyle bir savaştan İtilaf Devletleri’nin galip çıkacağını öngörüyordu. Bu nedenle, ısrarla ve birçok girişimlerde bulunarak İngiltere, Fransa ve Rusya’yla uzlaşmaya, onların tarafında yer almaya büyük gayret gösterdi. Dönemin Osmanlı Hükümeti, Enver, Talat ve Cemal Paşa’lar vasıtasıyla bu ülkelerle birçok temas kurdu. Ancak, İngiltere’nin zaten bu savaşı çıkarmadaki en büyük amaçlarından biri Osmanlı topraklarını ele geçirmek olduğu için bu çabalar karşılıksız kaldı. İngiltere, Osmanlı’nın ittifak veya saldırmazlık paktı tekliflerini her seferinde reddetti.
Osmanlı yönetimi de başka seçenek kalmayınca, tam da İngiliz derin devletinin planladığı gibi Almanlarla ittifak kurarak, Almanya yanında savaşa girmek zorunda kaldı. Osmanlı Devleti savaşa girer girmez, İngiliz derin devleti hiç vakit kaybetmeden Osmanlı Devleti’ni parçalama politikasına başladı. İngiltere, Osmanlı Devleti’ne savaş açmadan sadece iki gün önce, 3 Kasım 1914’te Kuveyt’i himayesine aldığını ilan etti. 5 Kasım’da da Kıbrıs’ı ilhak ettiğini ve 18-19 Aralık’ta ise Mısır üzerine himaye kurduğunu açıkladı. Bu sayede Akdeniz ve Mısır’daki egemenliğini pekiştirdiği gibi Ortadoğu’ya giden deniz yolunun denetimini de sağlayabilecekti.
Osmanlı Bayrağı altındaki milletleri Cihan Harbi’ne çağıran Cihad-ı Ekber fetvası. İngiliz derin devleti, bu çağrıya Arap ve Hintlilerin de icabet edeceğini bildiğinden, bu milletleri aksi yönde kışkırtmak için ajanlar kullanmıştır. |
Bu süreç devam ederken İngiliz derin devleti, Osmanlı’yı içten çökertmek amacıyla, Osmanlı’ya bağlı Hintlileri, Arapları ve diğer azınlıkları, merkezi yönetime karşı kışkırtma politikaları izliyordu. Bu sayede, Osmanlı’nın parçalanmasının hızlı, pratik ve kendisi açısından minimum kayıpla gerçekleşmesini amaçlıyordu.
Derin devlet elemanları bu şekilde, ulusçuluk propagandasını tebaalara yayarak bölgesel isyan ve ayrılıkları körüklediler. Bu propagandada en büyük hedef, Halife’nin “Cihad-ı Ekber” (Büyük Savaş) ilanıyla Osmanlı bayrağı altında birleşebilecek olan Hintli ve Arap topluluklarını durdurabilmek, muhtemel bir İslam ordusunun oluşmasını engelleyebilmekti. Arapları Osmanlı’ya ve Halife’nin “Cihad-ı Ekber” ilanına karşı kışkırtmak için İngiliz derin devleti, Albay T. E. Lawrence ve Gertrude Bell gibi dönemin ünlü derin devlet ajanlarını kullandılar.
İngiliz derin devleti, 30 Nisan 1915’te, Yemen’in Sabya şeyhi Şeyh Seyyid’le, 26 Aralık’ta Suudi Şeyhi Abdulaziz ibni Suud’la, 3 Kasım 1916’da da Katar Şeyhi’yle antlaşmalar yaptı. Bunun sonucunda, Osmanlı Devleti’nin 23 Kasım 1914’te ilan ettiği “Cihad-ı Ekber” ilanı da, İngiliz derin devletinin Araplar üzerindeki bu bölücü faaliyeti nedeniyle etkisiz kaldı.
İngilizlerin, Cihad-ı Ekber ilanını, Müslüman topluluklara geçersiz göstermek için öne sürdüğü mantıklar da son derece sinsi ve bölücü bir zihniyetin eseriydi. 4 Haziran 1915’te Cidde açıklarına gelen bir İngiliz kruvazörü tarafından dağıtılan ve söz konusu şeytani mantıkların yer aldığı beyannamede şu iddialar yer alıyordu:
◉ Osmanlı’nın, Hıristiyan bir ülkeyle (Almanya) ittifak yaptığı için ilanın geçersiz olduğu,
◉ Almanya’nın, içinde bulunduğu güç durumdan istifade ederek Türk Hükümeti’ni para ve vaatlerle aldatıp yanlış bir savaşa soktuğu,
◉ Almanların, İngilizlerin uyruğundaki milyonlarca Müslümanı, baş düşmanı olan İngilizlere karşı kışkırtmak amacıyla Osmanlı’ya cihat ilanı verdirttiği,
◉ Böyle bir cihada katılacakların, Almanya’nın çıkarları uğruna kendilerini feda edecekleri,
◉ İngiliz, Fransız ve Rus uyruğundaki Müslümanların tümünün, Türklerin izlediği yanlış yola karşı oldukları…
◉Aga Khan, one of the religious leaders of India at the time and who was also an avowed anglophile, acted as an advocate for British deep state interests and made the following accusations towards the Ottoman Empire:
Nitekim, o dönemde Hindistan’ın dini liderlerinden İngiliz hayranı Aga Han, Osmanlı’ya yönelik suçlamalarla, İngiliz derin devletinin provakatörlüğünü yapmıştır:
Şu anda Türkiye kendisini öylesine feci şekilde Almanya’nın ellerine düşmüş olarak gösterdi ki, yalnızca kendisini mahvetmedi, aynı zamanda İslam’ın Güvenilir Elçisi pozisyonunu da kaybetti. Kötülük onu ele geçirecek.58
Bu tür provokasyona dayalı mantık ve argümanlarla, Osmanlı buyruğu altındaki birçok Arap ve Müslüman topluluk, Osmanlı aleyhine döndürülmüş ve Padişah tarafından yapılan cihat ilanına icabet etmeleri engellenmiş oldu. Bu durum, söz konusu azınlıkların, İngiliz derin devleti tarafından daha kolay yönlendirilmelerine ve bulundukları bölgelerde bağımsızlık ilan ederek ayaklanmalarına da sebep oldu. Bu ayaklanmalar yavaş yavaş bu bölgeleri Osmanlı’dan koparacak ve söz konusu toplulukların İngiliz derin devletinin himayesine girmesine neden olacaktı.
İngilizlerin Bazı Arapları Türkler Aleyhine Kışkırtması
Şerif Hüseyin |
En başta, Osmanlı’nın Cihad-ı Ekber çağrısını etkisiz kılarak bir İslam Birliği’nin oluşmasını engellemek, bir yandan da sömürgelerini genişletmek adına İngiliz derin devleti Arapları Osmanlı’dan ayırma planını devreye soktu. Arapların üzerinde yaşadığı topraklar, hem dünyanın en stratejik geçiş yolları hem de petrol bölgeleriydi.
Bu amaçla derin devlet temsilcileri, 1909 yılında göreve atanmış olan ve o tarihten beri Osmanlı’ya karşı isyankar ve tehditkar tutumuyla bilinen Haşimi Arapların önderi Mekke Şerifi Hüseyin’le bağlantıya geçtiler. İngiliz derin devleti, Hüseyin’in başlatacağı bir isyana, her türlü desteği vermeyi taahhüt etti ve savaşın bitiminde kurulacak büyük bir krallık sözü verdi. Ancak bu vaat, İngiliz derin devletinin geçici süreliğine kullanacağı maşalar için kurguladığı oyunlardan biriydi. Zira İngilizler, Nisan 1916’da Fransızlarla aralarında gizlice imzaladıkları Sykes-Picot Antlaşması’yla zaten bu toprakları çok önceden belli hakimiyet bölgelerine ayırmışlardı. 1917’deki Balfour Deklarasyonu da Filistin’de bir Musevi devletinin kurulmasını öngörüyordu. Dolayısıyla, bu planların hiçbirinde Şerif Hüseyin’e vaat edilen “Büyük Arabistan Krallığı” yer almıyordu.
Ne var ki Şerif Hüseyin, “Büyük Arabistan Kralı” olma hayalleri peşinde, Kahire’deki İngiliz temsilcisi Sir Henry McMahon’la anlaşarak 27 Haziran 1916’da yayınladığı beyanname ile ayaklanmayı başlattı. Ayaklanma, yaklaşık bir milyon Sterlin tutarındaki İngiliz altınıyla finanse ediliyordu.59
Cidde’deki İngiliz Konsolosu Reader Bullard’ın, “kurnaz, yalancı, safdil, kuşkucu, inatçı, kendini beğenmiş, kibirli, bilgisiz, arsız ve gaddar bir Arap şeyhi”
60
olarak tarif etiği Şerif Hüseyin, makam ve mevki adına hareket eden ve bu uğurda kendi halkına ve ülkesine dahi ihanet etmekten çekinmeyen bir İngiliz hayranıydı. İngiliz derin devletinin, tarihin hemen her döneminde, fitne çıkarmak amacıyla Müslüman toplumların içinden satın alıp devşirdiği münafıkların tipik özelliklerini taşıyordu.61
Ancak burada önemle belirtilmesi gereken, bu ihanet ve isyana, genelde iddia edildiği gibi tüm Arapların dahil olmadığıdır. İngiliz tarihi kayıtlarında bu ayaklanmadan tüm Arapları içine alacak biçimde, “Büyük Arap İhaneti” şeklinde bahsedilir. Oysa bu, kasıtlı olarak uzun vadeli bir Türk-Arap düşmanlığını körüklemek amacıyla yapılmış bir anti-propagandadır. İngiliz yazar Robert Lacey’e göre gerçekte ortada, Osmanlı’ya karşı düzenlenen bir İngiliz-Haşimi ortak hıyanetinden başka bir şey yoktur.
1) T. E. Lawrance 2) Şerif Hüseyin’in oğlu Emir Abdullah1931 yılında çekilen bu fotoğrafta Lawrence ve Abdullah aynı karede. |
İngiliz derin devleti, her zaman olduğu gibi bu olayda da, Arapların içinden, kendi çıkarlarına hizmet edecek münafıkları ve yancıları kullanmıştır. Küçük bir çıkar için kendi devletlerine ve milletlerine ihanet eden bu münafıklar, İngiliz derin devletinin kendileriyle işleri bittiğinde, kendilerine önceden verilen sözlerin ve sunulan vaatlerin gerçekte hiçbir karşılığını alamazlar. Üstelik kendi toplumlarının içinde tüm şeref ve itibarlarını kaybetmiş, kınanmış ve uzaklaştırılmış zavallı bir hal aldıklarının da farkına varamamaktadırlar. Bu kişilerin durumu bir Kuran ayetinde şöyle tarif edilir:
… Kim Allah’ı bırakıp da şeytanı dost edinirse, kuşkusuz o, apaçık bir hüsrana uğramıştır. (Şeytan) Onlara vaatler ediyor, onları en olmadık kuruntulara düşürüyor. Oysa şeytan, onlara bir aldanıştan başka bir şey vadetmez. Onların barınma yerleri cehennemdir, ondan kaçacak bir yer bulamayacaklardır. (Nisa Suresi, 119-121)
İngiliz derin devletinin etkisinde kalan bir kısım Arapların Osmanlı’ya ihanetini temsil eden tablo |
Şerif Hüseyin ayaklanmasının tüm Araplara mal edilemeyeceği gerçeğini, savaşın başından itibaren Hicaz Cephesi’nde ve Medine’de bulunan Feridun Kandemir, Fahreddin Paşa’nın Medine Müdafaası adlı eserinde şöyle anlatır:
Araplar bütün bu harp boyunca Türklerle omuz omuza Çanakkale’den itibaren her cephede savaştılar. Hatta İstiklal Savaşı’mızda Aydın Cephesi’nde, Mehmetçikle yan yana Yunanlılarla boğuşarak canlarını veren Araplar vardı. İlk Cihan Harbi’nde, Araplarla meskun hiçbir yerde, ne Irak, ne Suriye, ne Lübnan, ne Yemen, ne Filistin’de Türklere isyan eden tek bir Arap görülmedi. İsyan eden, sadece Mekke Emiri Şerif Hüseyin’di… Şerif Hüseyin’in bu isyanda kullandığı Araplar da, Hicaz çöllerinde öteden beri göçebe hayatı yaşayan ve talan ile geçinen son derece cahil, dünyadan habersiz fakir fukara Bedeviler, yani Urbanlardı. Mekke, Taif, Cidde gibi şehir ve kasabalardaki Araplar isyana katılmadıkları gibi Şerif Hüseyin de zaten bunlardan asker alma teşebbüsünde bulunmamıştı. Urban ve Şeyhleri fakirlikleri dolayısıyla paradan başka bir şey bilmezlerdi. Tıpkı Şerif Hüseyin gibi İngilizler de bunu bildikleri için, para gücüyle ancak bunlardan faydalanmışlardı ve isyanı sonuna kadar bunlarla yürütmüşlerdi.
63
İngiliz diplomat Sir Henry McMahon |
Bu gerçek İngiliz kaynaklarında da yer alır. İngiliz diplomat Sir Henry McMahon da, Şerif Hüseyin’i isyana kışkırtmanın asıl amacının, Osmanlı safında çarpışan Arap askerlerinin sadakatlerini sarsmak olduğunu bildiriyordu:
Bu anda (1915), Gelibolu’daki Türk gücünün büyük bir bölüğünü ve Mezopotamya’daki (Irak) gücün yaklaşık olarak tümünü Arap askerleri oluşturuyor… Onların Türkiye’den kopmalarını haklı göstermek için, ileride kendilerine yardımda bulunacağımız yolunda güvence verebilir miydik? Bunu ivedilikle yapmam için bana emir verilmişti… 64
McMahon’un da açıkça itiraf ettiği gibi Arapların Osmanlı’dan koparılması için İngiliz derin devleti tarafından her türlü propaganda çalışması yapılmış ve geleceğe dair güvenceler verilmişti. Buna rağmen Araplardan sadece belli bir kesim bu propagandanın etkisiyle hareket etmiş, ancak İngiliz desteği bu azınlığın zayıf durumdaki Osmanlı karşısında güç elde etmesine sebep olmuştur.
Şu noktayı da belirtmek gerekir: I. Dünya Savaşı’nın başladığı sırada Mısır, İngiliz sömürgesidir. Ancak İngiliz derin devleti, savaşta Mısırlıların Osmanlı saflarında savaşacaklarından emin olduğu için Mısır askerlerini savaşa dahil etmemiştir. Görüldüğü gibi İngiliz derin devleti de, Osmanlı’nın Arap tebasının büyük bölümünün Osmanlı’ya karşı vefasızlık göstermeyeceğinin farkındadır.
65
Şerif Hüseyin Ayaklanmasının Ardındaki Kilit İsim:
İngiliz Casusu Lawrence
İngilizler tarafından sağlanan her türlü maddi ve lojistik desteğe rağmen isyan, tüm Arap alemini temsil edecek bir harekete dönüştürülemedi ve ancak 4-5 bin civarında bir silahlı gücün katılımıyla sınırlı kaldı. Bu isyan sırasında Mekke Şerifi Hüseyin ile birlikte adı özdeşleşen kişi, İngiliz gizli servisi ajanı Arkeolog Thomas Edward Lawrence idi. Lawrence, Mekke Şerifi Hüseyin ve onun oğullarından biri olan Faysal’ın yanında, Osmanlılara karşı Haşimi Arap isyanını teşvik eden İngiliz derin devletinin en önemli figürlerinden biriydi.
Lawrence’ın özgeçmişini kaleme alan isimlerden İngiliz yazar David Garnett onu, “kendini beğenmiş ve eza çekme, zulme uğrama kompleksine sahip bir kişilik“65 olarak tarif etmekteydi. Richard Aldington’a göre de “yapmacık ve övünmekten hoşlanan, kendi kendine önem vermiş bir egoist, hatta homoseksüel“di.66 Kısacası Lawrence, İngiliz derin devleti mensuplarının klasik özelliklerini taşıyordu.
Şunu belirtelim: İngiliz derin devletinin eylemlerini yaparken homoseksüelleri özellikle tercih ettiği ve risk içeren görevlere özellikle bu kişileri seçtiği bilinmektedir.
İngiliz derin devletinin homoseksüel ajanı Lawrence (sağdan ikinci), Osmanlı’ya karşı ayaklanan Emir Faysal (önde) ile birlikte. |
16 Ağustos 1888’de, Kuzey Galler’in Tremadoc kasabasında, evlilik dışı bir çocuk olarak dünyaya gelen Lawrence, Araplarla ilgilenmeye 1909 yılında başladı. İki yıl sonra arkeolojik kazılar yapmak için Trablus’a gittiğinde Arap aşiretleri arasında onlar gibi giyinerek yaşıyordu.
Lawrence, Araplara duyduğu ilginin aksine, Türklere karşı özel bir nefret beslemekteydi. Türklere karşı olan bu düşmanlığını Lawrence, 5 Nisan 1913’te Oxford’dan Bayan Reider’a gönderdiği mektupta şöyle ifade ediyordu:
…Türkiye’ye gelince, Türkler kahrolsun! Ama korkarım ki onlarda hayat değil, yapışkanlık var. Onların kayboluşu, bir zamanlar iyi yönetim yetenekleri olan Araplar için her halükarda bir fırsat oluşturacak68
18 Eylül 1914’te, yine Bayan Reider’a gönderdiği mektupta ise şöyle diyordu:
Türklerin savaşa girmek niyetinde olmadıklarını korkuyla seziyorum, çünkü onları Küçük Asya’ya sıkıştırmak ve dahası, orada bile vesayet altına almak bir gelişme olacaktır.69
Ajan Lawrence (sol başta); Şerif Hüseyin’in oğlu Emir Abdullah (soldan ikinci), Filistin Sömürge Valisi İngiliz Wyndham Deeds (sağdan ikinci) ve İngiliz kurmaylarla birlikte. Şerif Hüseyin ve oğulları, basit menfaatler uğruna Lawrence’a kanmış, Osmanlı’ya ihanet ederek Arap topraklarını felakete sürüklemişlerdir. |
Lawrence, I. Dünya Savaşı’nın patlak vermesinden sonra 1914 yılının Aralık ayında teğmen rütbesiyle Kahire’deki İngiliz istihbarat birimine transfer oldu. Burada, savaş tutsaklarını sorguya çekiyor, haritalar çiziyor ve Türk hatlarının ardındaki ajanlardan gelen bilgileri inceliyor ve Arapların da katılımıyla Osmanlı Devleti’ni yok etmek amacıyla stratejiler kuruyordu.
Bu arada Kahire’de yeni kurulan “Arap Bürosu”nun başına geçti. Bilinçaltındaki Türk nefreti, yeni görevi sırasında 20 Nisan 1915’te arkeolog dostu D. G. Hogarth’a gönderdiği bir yazıda ağzından şöyle taşıyordu:
… Zavallı yaşlı Türk Devleti, birliğini zor sürdürüyor. Herkes, onun son zamanlardaki parlak başarılarından daima söz eder ama gerçekte çok acınacak bir durumdadır. Onunla ilgili her şey oldukça mide bulandırıyor...70
Şii Müslümanlar Osmanlı Halifesi’nin Yanında Savaşmışlardır |
İngiltere, I. Dünya Savaşı sırasında işgal ettiği Irak’ta, Şiilerin kendi safında savaşacağını düşünmüş ve planlarını buna göre yapmıştır. Ancak Şiiler, Osmanlı Halifesi’nden gelen Cihad-ı Ekber’e icabet etmiş ve Osmanlı’nın yanında yer almışlardır. “İngiliz işgalinin başladığı ve İslam beldelerinin tehlikede olduğu ve yardım gerektiğini” anlatan telgraf, Irak’ta tüm Şii camilerinde okutulmuştur. Şiilerin en üst lideri Seyyid Kazım el-Yezdi, tüm Şiileri, Kabe-i Şerif’i , Mescid-i Nebevi’yi ve imamların kabirlerini korumaya çağırmıştır. Oğlu Seyyid Muhammed’i de savaşa göndermiştir. Şii Şeyh Eş-Şeriati el-İsfehni, cihada destek vermiş “İşgalci İngilizleri kovmakta tembellik edenler, büyük günah ve haram işlemişlerdir” demiştir. Kazımiyye Şehrinde, Şeyh Mehdi el-Halisi fetva yayınlamıştır. Müslümanlara, “Küfür belası yok oluncaya kadar bütün mallarını cihat yolunda harcamalarının” vacip olduğunu söylemiştir. Şiiler “İslam topraklarından kafirlerin uzaklaşması için Osmanlı’yla birlik olacaklarını, Türklerin dinde kardeşleri olduğunu ve İngilizlerin bu topraklardan atılması için yardım edeceklerini” ilan etmişlerdir. Kuveyt Emiri Muhammara, Irak’ı işgal eden İngilizlere destek vermek amacıyla askeri kuvvet göndermek üzereyken, Şiilerin bu cesaretinden çekinerek asker göndermekten vazgeçmiştir. Şii aşiretler, gemilerle ve kafilelerle Dicle ve Fırat nehirleri boyunca, Osmanlı’nın yanında, görkemli bir şekilde savaşa yürümüşlerdir.
Kurna Cephesinde savaşan Şii ulemalar:Seyyid Mustafa Keşani, Seyyid Mehdi Haydari, Şeyhül Şeriati el-İsfahani, Seyyid Ali el-Damad, Seyyid Mustafa Keşani Basra Doğu Cephesinde savaşan Şii ulemalar: Şeyh Mehdi el-Khalisi, Seyyid Muhammed, Şeyh Cafer Radi, Seyyid Kemal el-Hilli Shia scholars who fought on the East Basra front:Seyyid Muhammed Said, Şeyh Abdul Kerim el-Cezairi, Şeyh Abdul Rıza Radi, Seyyid Muhsin el-Hakim Sadece Eş-Şuaybe cephesinde 50 bin Şii kardeşimiz savaşmıştır. Cephede, Şii mücahitlerden 3 bin asker şehit olmuştur. Osmanlıların Kut’ül Amare Savaşı’nı kazanmasında, Şii aleminin desteği büyüktür. I. Dünya Savaşı’nın en önemli zaferi ve İngiliz derin devletinin en büyük yenilgisi olan Kut’ül Amare Zaferi, Müslümanların birlik olması ile gerçekleşmiştir. |
Kısa bir süre sonra İngiliz Savaş Bakanlığı’nca gizli görevle Irak’a gönderilen Lawrence, Nisan 1916’da Kutü’l Amare’de esir alınan General Townshend komutasındaki 13 bin kişilik İngiliz ordusunu kurtarma operasyonu sırasında sahneye çıktı. Lawrence, Albay Beach ve Aubrey Herbert isimli bir İngiliz görevliyle birlikte, Türk Generali Halil Paşa’yla görüşerek, sarılmış bulunan İngiliz garnizonunu serbest bırakması için ona önce 1 milyon Sterlin, kabul etmezse 2 milyon Sterlin rüşvet önermeye gönderilmişti. Halil Paşa ise bu İngiliz önerisini tiksintiyle reddetmekle kalmıyor, bunu haber olarak çevreye yayarak İngilizleri rezil ediyor, onların itibar ve saygınlığını ayaklar altına alıyordu.
Bütün bunlar olup biterken, İngiliz derin devlet temsilcilerinin, Mekke Şerifi Hüseyin ile Osmanlılara karşı isyan çıkarması için yaptığı pazarlıklar da sürüyordu. Bu arada Lawrence, Irak’taki Arapları da ayaklanmaya dahil edebilmek ve onların İngiliz ordusuyla işbirliği yapmalarını sağlamak için çalışıyor ve bölgedeki Şii liderlere Halifelik vaatleri yapıyordu. Ancak başarılı olamadı.
Lawrence, Mekke Şerifi Hüseyin’in ayaklanmayı başlatmasının ardından aynı yılın Ekim ayında bu defa yüzbaşı rütbesiyle Arabistan’a gitti. Burada, Şerif Hüseyin’in oğulları Abdullah, Ali, Zeyid ve 1921 yılında Irak tahtına geçmesinde büyük rol oynayacağı Faysal ile görüştü. Henüz başlangıç aşamasında olan ayaklanmada diğer İngiliz subaylarıyla birlikte silah ve para temin ederek isyan eden aşiretleri birleştirmek, örgütlemek, belirlenen hedeflere sabotaj ve saldırılarda bulunmakla görevlendirildi.
Kuzey Afrika ve Mısır, Osmanlı döneminde en barışçıl ve en rahat devirlerini yaşamıştır. |
İrtibat subayı olarak Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal’ın kuvvetlerine katılan Lawrence, ajanlık faaliyetlerinin yanı sıra bizzat Türklere karşı sıcak savaşın içinde de bulundu. Vur-kaç taktiği ile Osmanlı birliklerine ve ikmal yollarına zarar vererek 6 Temmuz 1917’de kendisine yarbay rütbesi ve bir nişan kazandıracak olan Akabe Limanı’nı ele geçirdi. Hicaz Demiryolu’na saldırılarda bulundu. Bu tarihten sonra şiddeti daha da artan bu saldırılarda yüzlerce Osmanlı askeri şehit olurken İngilizler saldırılardan zaferle çıkmıştı. Lawrence bu başarısıyla kendince şöyle övünüyordu:
Savaşı kazanmak için değil; Irak’ın pirinç tarlaları, Irak’ın mısır tarlaları ve petrolü bizim olsun diye (savaştık). Bunu elde etmek için düşmanlarımızı (Türkiye dâhil) mağlûp etmemiz kâfiydi. (İngiliz asker ve vali) General Edmund Allenby’nin kabiliyeti sayesinde, dört yüzden az İngiliz askerinin kaybıyla bu zafer sağlandı. Çünkü insan kuvveti olarak Türklerin idaresi altındaki Arapları da bu işte kullanmaya muvaffak olmuştuk. Otuz savaşın hiçbirinde İngiliz kanı dökülmemiş olmasından iftihar duyuyorum. Çünkü İngiltere idaresindeki bütün illerin toplamı bile bir tek İngiliz’in hayatına değmezdi.71
Lawrence, ikiyüzlülük ve hilekarlık üzerine dayalı görevini de şöyle tanımlamıştır:
(Görevim) Türkiye’ye karşı bir Arap isyanını tahrik etmektir ve onun için de Batılı olan dış görünüşümü gizlemek ve az da olsa Araplara benzemek zorundayım. Böylece kendimi bir çeşit yabancı sahne üzerinde, balo giysisi içinde, acayip bir dilde, gece ve gündüz aktörlük yapan birisi olarak görüyorum…73
1918 yılının Eylül ayında, 4. Osmanlı Ordusu’na yönelik düzenlenen bir saldırıda Lawrence, adamlarına hiçbir esir alınmaması emrini vererek 5 bin Osmanlı askerinin kafalarını kestirmek suretiyle bir katliama daha imza attı.72 Aynı yılın sonunda beraberindeki katil güruhuyla birlikte karışıklık içindeki Şam’a girerek terör estirdi.
Ajan T. E. Lawrence, Akabe Körfezi’nde bir kısım çapulcu Arapları isyana teşvik ettiğinde, İngiliz donanması da bu isyanı desteklemek için Akabe kıyılarına gelmişti. |
Lawrence, 1918 yılı Ekim ayında İngiltere’ye dönmek üzere yola çıktı. Hareket etmeden önce, 4 Ekim’de Binbaşı R. H. Scott’a Kahire’den gönderdiği bir mektupta şöyle diyordu:
Acayip, küçük bir gruptuk, ama Ortadoğu’da tarihin seyrini değiştirdiğimizi sanıyorum.73
Lawrence, Seven Pillars of Wisdom (Hikmetin Yedi Sütunu) adlı kitabının önsözünde, İngiliz derin devletinin ve bu derin güçlerin temsilcisi olarak kendisinin, Türklere karşı ayaklandırmak için Arapları nasıl yalan vaatlerle kandırdıklarını şöyle anlatır:
(İngiliz) Kabinesi, daha sonra Araplara özerklik verileceği kesin sözleriyle onları bizim için çarpışmak üzere ayaklandırdı. Araplar, kuruluşlara değil, kişilere inanırlar. Beni, İngiliz yönetiminin özgür bir ajanı olarak gördüler ve benden, o yönetimin yazılı vaatlerini onaylamamı talep ettiler. Böylece, bu komploya katılmak zorunda kaldım ve sözümün değeri ne ise, onlara, ödüllerini alacakları yolunda güvence verdim. Savaşı kazanırsak, bu sözlerin yerine getirilmeyeceği (kağıt üzerinde kalacağı) ta başlangıçtan belli idi ve ben, Arapların dürüst bir danışmanı olsaydım, onlara, bu gibi şeyler için çarpışarak hayatlarını tehlikeye sokmamaları; evlerine dönmeleri öğüdünü verirdim. Doğuda ucuz ve süratli bir zafer kazanmamız için Arap yardımının gerekli olduğuna ve savaşı kaybetmek yerine, sözümüzde durmayarak kazanmamızın daha iyi olacağına inanarak, bu hilenin tehlikesini göze aldım.74
Bu hileyi çok geç anlayan ve Osmanlı’ya karşı isyan başlatarak Müslüman kanı akıtmış olan Mekke Şerifi Hüseyin’in oğlu Emir Faysal, kendisine sunulan vaatlerin hiçbirinin gerçekleşmediğini görünce İngiliz derin devletinin oyununa geldiğini anlayıp şunları söyleyecektir:
Müslüman dünyasının önüne çıkamayacağım. Kendilerinden Halife’ye karşı savaşmalarını, fedakarlık yapmalarını istedim. Oysa şimdi görüyorum ki, amaçlarına hizmet ettiğimiz Avrupa devletleri, Arap ülkelerini bölüyorlar.75
Şerif Hüseyin-Faysal-Lawrence işbirliği, İslam alemine en büyük yıkım ve tahribatı yapan fitne odaklarından biri olmuştur. Bu işbirliği sonucunda başlayan Müslümanı Müslümana kırdırma stratejisi, İngiliz derin devletinin, yüzyıllardır geliştirip uyguladığı mühendislik planlarının ilk adımlarını temsil eder. Bu örnek, Müslümanlar arasında, tarihin her döneminde İngiliz derin devletinin hilelerine kanan ve küçük bir çıkar uğruna vatan hainliği yapmaktan çekinmeyen münafıkların bulunduğunu belgelemektedir. İngiliz derin devleti, İslam dünyası üzerindeki yıkıcı etkisini ancak ve ancak münafıkları kullanarak gösterebilmektedir. Bu yüzden Müslümanların, İslam aleminin selameti için en çok dikkat etmeleri ve uyanık olmaları gereken tehlike, İngiliz derin devletinin şeytani oyun ve tuzaklarına sürüklenmiş olan münafıklardır.
Kurna Cephesinde savaşan Şii ulemalar: Seyyid Mustafa Keşani, Seyyid Mehdi Haydari, Şeyhül Şeriati el-İsfahani, Seyyid Ali el-Damad, Seyyid Mustafa Keşani
Basra Doğu Cephesinde savaşan Şii ulemalar: Şeyh Mehdi el-Khalisi, Seyyid Muhammed, Şeyh Cafer Radi, Seyyid Kemal el-Hilli
Eş-Şuaybe Cephesinde savaşan Şii ulemalar: Seyyid Muhammed Said, Şeyh Abdul Kerim el-Cezairi, Şeyh Abdul Rıza Radi, Seyyid Muhsin el-Hakim
Sadece Eş-Şuaybe cephesinde 50 bin Şii kardeşimiz savaşmıştır. Cephede, Şii mücahitlerden 3 bin asker şehit olmuştur. Osmanlıların Kut’ül Amare Savaşı’nı kazanmasında, Şii aleminin desteği büyüktür. I. Dünya Savaşı’nın en önemli zaferi ve İngiliz derin devletinin en büyük yenilgisi olan Kut’ül Amare Zaferi, Müslümanların birlik olması ile gerçekleşmiştir.
İngilizlerin Gasp Ettiği Osmanlı Gemileri ve
İade Etmediği Paralar
I. Dünya Savaşı’nın ilk zamanlarında savaşa daha katılmamış olan Osmanlı Devleti, donanmasını güçlendirmek amacıyla İngiltere’ye 3 adet büyük savaş gemisi sipariş etti ve bunların paralarını da peşin ödedi. “Sultan Osman”, “Sultan Reşad” ve “Fatih” adları verilen bu 3 savaş gemisi o dönemde İngilizlerin geliştirdiği “dretnot” tipi gemilerdendi.
Bu tip gemiler 20. yüzyılın başlarında hizmete giren ve denizcilik tarihinde yeni bir çığır açan ileri teknolojiye sahip gemilerdi. Eski model savaş gemilerine göre daha hızlı hareket edebilen, tek başına adeta yüzen bir filo niteliğine sahip modern gemilerdi. Bu gemiler Osmanlı donanmasının güçlenmesi ve denizlerde yenilgiye uğramaması bakımından son derece önemliydi. Zira 1900’lerin başlarında kara ulaşımı yeterince gelişmediği için askeri üstünlük, denizlerde üstün olmakla doğru orantılıydı.
Gemi satın alabilmek için Osmanlı Devleti’nin mali kaynakları yeterli olmadığından, o dönemde geniş çaplı bir bağış kampanyası düzenlenmişti. Zamanın imkanlarıyla kahvelerde, halkın toplandığı yerlerde, müsamere ve eğlencelerde sürekli olarak bu iş için para toplanıyordu. Öğrenciler dahi ellerine verilen kumbaralara para atarak bağışta bulunmuşlardı. Önemli para yardımlarında bulunanlara “Donanma İane Madalyası” adı altında bir de madalya veriliyordu. 1909 yılında kurulan Donanma-yı Osmanî Muavenet-i Millîye Cemiyeti, söz konusu gemilerin satın alınması için yardım kampanyaları düzenlemiş, gösteriler tertiplemiş ve ürün satışı gerçekleştirmişti.
“Sultan Osman” dretnotu, aslında başlangıçta Brezilya’nın siparişi üzerine yapımı tamamlanan “Rio de Janeiro” gemisiydi. Ancak Brezilya ödemesini yapamadığı için, üretici İngiliz Armstrong şirketinin ihaleyle satışa çıkardığı gemiyi Osmanlılar satın almıştı. Kaptanının kimliği bile saptanmıştı: Hamidiye’nin efsanevi kahramanı Rauf Bey.
1. Önde Reşadiye arkada Sultan Osman gemileri. | 2. Sultan Osman gemisi 1915 |
27 Temmuz 1914’te Osmanlı Devleti’ni temsilen Rauf Bey, Sultan Osman gemisini teslim almak üzere İngiltere’nin Newcastle şehrine gitti. Ancak işler beklenmedik bir biçimde gelişti. Çok önceden savaşta Osmanlı’yı düşman saflarına almayı planlamış olan İngiliz derin devleti temsilcileri, kısa zaman sonra kendi donanmalarının karşısına çıkacak böyle üstün özelliklere sahip bir gemiyi teslim etmek istemiyorlardı.
Churchill, Sultan Osman’a el koymanın çok büyük bir diplomatik skandala neden olacağını biliyordu; ancak her şeye rağmen, 3 Ağustos 1914’te Sultan Osman ve Reşadiye gemilerine İngilizlerin el koyduğunu resmi olarak açıkladı.
Parası ödenmiş olmasına rağmen İngilizlerin Osmanlı’ya teslim etmediği gemilerden Reşadiye denize indirilirken |
Özetle İngilizler, Osmanlı’ya ait olan gemileri, henüz gemilere Türk bayrağı çekilmeden apar topar gasp ettiler. Gemileri teslim etmedikleri gibi, tamamen haksız ve kanunsuz bir biçimde, tamamı peşin ödenmiş olan 12 milyon İngiliz altını tutarındaki bedeli de iade etmediler. Daha doğru bir ifadeyle, bu parayı görülmemiş bir pervasızlıkla alenen çalmış oldular.
“Hamidiye Kahramanı” ve yeni kurulacak Türkiye Cumhuriyeti’nin 3. Başbakanı olacak olan Rauf Bey (Orbay) anılarında konuyla ilgili şu açıklamayı yapar:
Boğazdan geçişe izin vermeyen Nusret Mayın Gemisi |
Geminin son taksiti olan yedi yüz bin lira da ödenmişti. İşleri bir an önce bitirmek için denemelerin bir kısmından vazgeçerek, fabrika ile 2 Ağustos 1914 günü geminin bize teslimi konusunda anlaşmıştık. Fakat parayı verişimizin ertesi günü için kararlaştırılan sancağımızı çekme töreninden yarım saat önce İngilizler, Sultan Osman’a el koydular… Gerektiği şekilde şiddetle protesto edildiyse de kimse oralı olmadı…76
Sultan Osman gemisi derhal İngiliz donanmasına katıldı ve ismi “Agincourt” olarak değiştirildi. Reşadiye ise Erin ismini aldı, ancak 22 Ağustos’ta seyre hazır olan Erin’in denenmesinde silahlarının iyi çalışmadığı görüldü. Başarılı biçimde onarılamadığı ve bir daha da kimseye satılamayacağı için 1922 yılında gemi sökücüler tarafından parçalandı.
1.İngiliz ve Fransız keşif uçaklarının tabyalarımızın yerini öğrenmek amacıyla Boğaz üzerinde yaptıkları keşif uçuşları. 2. İngiliz ve Fransız birliklerinin tabyalarımızı bombalamasıyla resmi olarak başlayan Çanakkale Savaşı. |
İstanbul’dan Çanakkale Cephesi’ne sevk edilmek üzere seçilen gönüllüler Galata Köprüsü üzerinden geçerken |
Rauf Orbay konuyla ilgili açıklamalarına şöyle devam eder:
Sonra, Dünya Savaşı iptidasında (başlangıcında), henüz bizim harbe girmediğimiz günlerde inşaları tamamlanıp bedelleri de tarafımızdan tamamen ödenmiş olduğu halde memleketimize getirilecekleri sırada İngilizlerin el koymuş oldukları Sultan Osman, Sultan Reşad ve Fatih dretnotlarımızın, tahminen 12 milyon İngiliz altını tutarı bedellerinin geri verilmesi meselesi vardı. Bu, İngilizlerin sarih borcu idi…77
Bu, İngilizlerin sarih borcu idi, ama Lozan Antlaşması’nın 58. maddesi gereğince Türk tarafı bu haktan, muhtemelen İngiliz derin devletinin baskısı sonucu, ilginç bir biçimde feragat etmişti. Lozan Antlaşması’nın söz konusu 58. maddesi günümüz Türkçesi ile şöyledir:
Bir yandan Türkiye ve öte yandan (Yunanistan dışında) öteki Bağıtlı (sözleşmeli) Devletler, bu Devletlerle (tüzel kişileri de kapsamak üzere) uyruklarının, 1 Ağustos 1914 tarihiyle İşbu Antlaşmanın yürürlüğe giriş tarihi arasındaki süre boyunca uğramış oldukları, gerek savaş eylemleri, gerekse zoralım, haciz, dilediği gibi kullanma ve el koyma tedbirlerinden doğan kayıp ve zararlardan dolayı her türlü parasal istemde bulunma hakkından karşılıklı olarak vazgeçerler.78
Çanakkale Savaşı’nda kahraman Türk Birlikleri |
Bu madde, gerçekte İngilizlerin yaptığı söz konusu gaspı kapsamamaktadır. Zira dönemin İngilizlerinin tüm dünya önünde işlediği aleni hırsızlık suçu, Osmanlı’nın tamamen savaş dışında olduğu bir dönemde gerçekleşmiştir. Bu eylem, iki ülke arasındaki ticari bir alım satım ilişkisinden başka bir şey değildir. Olayın herhangi bir savaş kaybıyla uzaktan yakından ilgisi yoktur. Dolayısıyla Lozan’ın bu hükmü, söz konusu gasp için geçerli olmamalıdır.
Durum bu kadar açıkken, İngiliz derin devleti, o dönemde işlediği bu gasp suçunu savaş kaybı kapsamına sokabilmiştir. Sonuçta, Britanya Hükümeti’nce 1914 yılında haksız ve hukuksuz bir şekilde el konulan savaş gemileri için ödenmiş bulunan paradan Lozan’da feragat edilmiştir.
O dönemde söz konusu dolandırıcılık operasyonunu yöneten kişi ise İngiliz derin devlet yapılanmasının en sadık ve ateşli elemanlarından biri olan Winston Churchill’dir.
İngiliz Derin Devletinin Büyük Hezimeti:
“Çanakkale Savaşı”
Daha önce detaylı belirttiğimiz gibi I. Dünya Savaşı, İngiliz derin devletinin kurguladığı mühendislik çalışmalarından biriydi ve planlandığı gibi de yürümüştü. Savaş öncesi İngiltere, henüz gündemde dahi olmayan savaş için tüm hazırlıklarını yapmıştı. Kömürle işleyen gemilerini benzinlilerle değiştirdi. 18 adet yeni tanker yaptırıp denizaltı ve uçak filolarını kurdu. 1911’lerden itibaren geniş çaplı tatbikatlarla deniz kuvvetlerini harekata hazır hale getirdi. Çıkacak savaşta Fransa’nın da tam desteğini almaya yönelik gerekli diplomatik girişimleri gerçekleştirdi. Sonuçta, I. Dünya Savaşı’nın başladığı 1914 yılına gelindiğinde, İngiliz donanması önceden alınmış olan önlemlerle mükemmel bir duruma getirilmişti.
I. Dünya Savaşı öncesinde, İngiliz donanmasındaki tüm bu hazırlık ve yenilenme sürecinin tasarlayıcısı, dönemin Donanma Bakanı Winston Churchill’di. Büyük bir Türk ve Müslüman düşmanı ve İngiliz derin devletinin sadık elemanlarından biri olan Churchill, aynı zamanda Çanakkale Savaşı’nın da baş mimarıydı. Churchill, daha Osmanlı Devleti fiilen savaşa girmeden önce, 1914 yılı Eylül ayında Çanakkale Boğazı’nın donanmayla geçilerek İstanbul’un işgal edilmesini öngören bir projeyi Başbakan Herbert Asquith’e iletmişti. Churchill’in planına göre, İstanbul’un işgal edilip düşürülmesi ile Osmanlı İmparatorluğu hızlı bir yenilgiye uğratılacaktı.
Cephe için yeni planlar yapılırken İtilaf Donanması, 18 Mart günü Amiral John de Robeck komutasındaki 16 savaş gemisinden oluşan dev bir donanma ile Çanakkale’yi geçmeye kalkıştı. Ancak tüm gemiler, Nusret Mayın Gemisi’nin boğazın Çanakkale tarafına yerleştirdiği mayınlarla etkisiz hale getirildi. Mayınlarla ağır bir yenilgi yaşayan İtilaf Donanmasına Osmanlı topçularının isabetli top atışları da eklenince İngilizlerin deniz yoluyla Çanakkale’den kolayca geçme hayalleri hüsranla sonuçlandı. 18 Mart 1915’te Çanakkale Boğazı’nda yaşanan hezimet, İngilizlerde büyük şaşkınlık yarattı.
Çanakkale Savaşı sırasındaki düşman uçakları. Denizden ve havadan yapılan saldırılar, Türk askerinin azminin önüne geçememiştir. |
Britanya, Fransa ve Anzak kuvvetleri her ne kadar çıkarma yaptıkları sahillerde köprübaşları oluşturmayı başardılarsa da, Osmanlı kuvvetlerinin dirençli savunmaları ve karşı taarruzları sonucunda Gelibolu Yarımadası’nı işgal edemediler. Türk savunmasını aşamadılar ve büyük kayıplar verdiler.
Hem denizde hem de karadaki savaşlarda yaşanan büyük hayal kırıklığı ve verilen kayıplar sonucu, İtilaf Devletleri’nde, Çanakkale Cephesi’nin kapatılması fikri ağır bastı. İngiliz ordu komutanlarından General Charles Monro, cephede yaptığı incelemelerin ardından Londra’ya, ‘Gelibolu tahliye edilmelidir’ raporunu bildirdi. Tüm bu gelişmelerin sonucunda İngiliz, Anzak ve Fransız kuvvetleri Gelibolu Yarımadasını 1915 yılı Aralık ayı içinde tahliye ettiler. 7 Aralık’ta cephenin kapatılması kararı alındı; 10 Aralık’ta tahliye işlemleri başladı; 27 Aralık 1915’te ise Gelibolu’da hiçbir İtilaf Devleti askeri kalmamıştı.
İngilizlerin kendi kaynaklarında işledikleri Çanakkale katliamının korkunç bilançosu şöyle belirtilir:
Dokuz ay kanlı kıyımın yaşandığı, Gelibolu Yarımadası’nı almak için düzenlenen operasyonda, 29 bin İngiliz ve İrlandalı ile 11 bin Avustralyalı ve Yeni Zelandalı asker dahil yaklaşık 58 bin asker hayatını kaybetti. Dahası, kendi anavatanlarını çetince savunan 87 bin Osmanlı askeri de yaşamını yitirdi. Her iki taraftan en az 300 bin asker de ağır yaralandı.79
Çanakkale Savaşı’nda kahramanca vatanımızı savunan topçu birlikleri |
Çanakkale Savaşı’nda kahramanca vatanımızı savunan topçu birlikleri |
Çanakkale Hezimetinin Baş Aktörü Churchill
İngiliz emperyalizminin büyük bir savunucusu olan Winston Churchill, I. Dünya Savaşı sırasında Rusların ilk fırsatta İstanbul’a inerek Boğazları ele geçireceğini tahmin ediyordu. Bu nedenle, erken davranıp ilk hamleyi yapan kendisi olmak istedi. Böylece İstanbul’u fethederek tarihe geçeceğini düşünüyordu.
Türklerin manevi gücünü göz ardı eden Churchill, modern silahlarla donatılmış güçlü İngiliz zırhlıları Boğaz’da göründüğünde, Türklerin hemen teslim olacağını zannetmişti. Bu büyük hatanın bedelini de, önce denizde, sonra da karada hiç beklemediği bir hezimetle ödedi.
İngiliz The Guardian gazetesinin internet sitesinde yayınlanan, “Gelibolu’yu hatırlamak: Kanlı kıyımın ortasında yiğitliği onurlandırmak” başlıklı makalenin yazarı Jon Henley, Churchill’den, “Çok kötü planlanmış ve berbat bir biçimde yönetilmiş Gelibolu Seferi’nin ihtiraslı tasarlayıcısı“ olarak söz eder.80 Churchill’in bu boş ihtirasını vurgulayan Henley’in kendisi de çok iyi bilmektedir ki, Çanakkale hezimeti, savaşın kötü yönetilmesinden çok, Mustafa Kemal Atatürk’ün inancı, azmi ve Türk halkının imani şevki nedeniyle gerçekleşmiştir.
200 bin şehit verdiğimiz Çanakkale’de şehitlerimizi yad etmek üzere kurulmuş olan Şehitler Anıtı |
İngiliz ordusunun Çanakkale’de Türklerden aldığı tarihi yenilginin baş sorumlusu Churchill, bu fiyaskonun ardından görevinden istifa etti (Aralık 1915). Lloyd George başbakan olunca, 1917’de Churchill yine bir süreliğine Levazım Bakanlığı’na getirildi ve bazı kesintilerle de olsa politik hayatına devam etti. İlginç olan, sorumlusu olduğu Çanakkale hezimetine rağmen, Churchill’in politikaya geri dönebilmiş olmasıdır. Bunun nedeni de, kendisinin İngiliz derin devletinin sadık bir –İngilizlerin kendi deyimleriyle– “İngiliz Buldogu” olmasından başka bir şey değildir. Nitekim İngiliz derin devletinin başlattığı bir sonraki dünya savaşı sırasında İngiltere’ye baktığımızda, başta yine Churchill’in olduğunu görürüz.
İngiliz donanmasının ve ordusunun Çanakkale’de ağır yenilgiye uğramasının ardından, Churchill hakkında soruşturmalar açıldı. Çanakkale’den önce, “Beyler korkmayın. Ben şu deniz kıyafetimle Müslümanların merkezi İstanbul’da oturacağım, korkmayın” diye böbürlenen Churchill, Çanakkale’den sonra, kendisine yöneltilen suçlamalardan daraldığında şu sözleri söylemişti: “Anlamıyor musunuz? Biz Çanakkale’de Türklerle savaşmadık, Allah ile savaştık. Tabi ki mağlup olduk.”81
Benzer şekilde, Çanakkale Savaşı’nda İtilaf Devletlerinin komutanı olan İngiliz General Ian Hamilton da şu ifadeleri sarf etmişti:
Bizi Türklerin maddi gücü değil, manevi gücü mağlup etmiştir. Çünkü onların atacak barutu bile kalmamıştı. Fakat biz gökten inen güçler ile mücadele ettik. Sanki biz daha buralara gelmeden, akıbetimiz kararlaştırılmıştı ve şimdi de üzerimizde icra ediliyordu.82
İngiliz derin devletinin hain yöntemlerinden biri olan zehirli çiviler. Uçaklardan atılan bu zehirli çiviler yüzünden Çanakkale Cephesi’nde 12 bin Türk askerinin bacağı kesilmiştir. |
Çanakkale Savaşı’nda Mehmetçiğe Karşı Kullanılan Zehirli Çiviler
İngiliz derin devleti, Çanakkale Savaşı sırasında, Türk askerleri için özel ürettiği zehirli çivilerle savaş suçu işlemiştir.
Tarihin en korkunç yöntemlerinden biri olan bu çiviler, uçaklar vasıtasıyla cephelere dağıtılmıştı. Bu çiviler dört taraflı olup, her bir kancasında zehir bulunuyordu. Ayrıca her ne şekilde atılırsa atılsın, bir kenarı mutlaka ayağa saplanacak şekilde üretilmişti.
Çanakkale Cephesi’nde, ayağında sadece çarık olan binlerce Mehmetçik, yukarıdan atıldığı zaman mutlaka bir tarafı dik kalan bu zehirli çivilere basarak kangren olmuştur. Bu zehirli çiviler yüzünden 12 bin askerin bacağı cephede testereyle kesilmiştir. Bunun bir insanlık ve savaş suçu olduğunu gayet iyi bilen İngiliz derin devleti, bu kalleş uygulamayı Türk askerlerine yapmakta sakınca görmemiştir. Çünkü sapkın Darwinist bakış açısına göre, “Türkleri insan olarak dahi kabul etmemektedir.” (Necip Türk Milleti’ni tenzih ederiz)
Churchill’in Çanakkale’de Türklere Karşı Zehirli Gaz Kullanma Planı
Churchill’in notlarının yer aldığı “Churchill Archives Centre”dan (Churchill Arşiv Merkezi) edinilen belgelere göre, dönemin Savaş Bakanı Churchill, Türklerin “insan değil, barbar olduklarını ve bu nedenle de üzerlerinde zehirli gaz kullanılabileceğini” hezeyanını savunmaktadır. Kendisine muhalefet eden Kraliyet Hava Kuvvetleri’ne yazdığı ikna mektubunda da “Medeni olamayan barbar kabilelere karşı zehirli gaz kullanabiliriz. Üstelik düşmanın bunu üretme ve kullanma kapasitesi yokken zehirli gaz kullanılmasından yanayım“ diyordu. Winston Churchill’in kendisine, bunun bir insanlık suçu olacağını söyleyerek itiraz edenlere cevabı ise “Türklerin insan olmadığı, barbar ve gelişmemiş bir kavim olduğu” yönündeydi.83 (Necip ve saygın Türk milletini tenzih ederiz)
Churchill, I. Dünya Savaşı sırasında, Batı Cephesinde kimyasal gazların sebep olduğu korkunç kayıpları gayet iyi biliyordu, hatta bütün bunlara doğrudan şahit olacak şekilde 1915-1916 yılları arasında aktif görevde kalmıştı. Fakat buna rağmen Churchill, kayıtlara göre, kimyasal savaşın “askeri değeri” olduğunu iddia edecek zihniyette bir kişiydi. Churchill’in asıl isteği, “Çanakkale’de Türklere karşı gaz kullanmaktı.”84
Savaşta kimyasal gaz kullanımının meşru olduğunu iddia eden Churchill, gazın, özellikle Türklere karşı uygulanması gerektiğine inanıyordu. |
Churchill’e göre zehirli gaz, İngiltere’nin elinde olan gelişmiş bir silahtı. Churchill açıkça, “Barbar bir kabileye karşı silahlarımızın bütün avantajlarından niçin yararlanmayalım ki?” demekteydi. Yazar Noam Chomsky de, Churchill’in şu ürkütücü sözlerini aktarmaktadır: “Zehirli gaz, medenileşmemiş kabilelere ve dik başlı Araplara karşı kullanıbilecek iyi bir silahtır.” (Arap kardeşlerimizi tenzih ederiz) Chomsky, Churchill’in, “Batı biliminin, kimyasal silahı askeriyeye uygulaması ve Afganlar ve Araplar üzerinde denemesi” konusunda da fikirleri olduğunu belirtmektedir. 85
Savaşta kimyasal gaz kullanımının meşru olduğunu iddia eden Churchill, gazın, özellikle Türklere karşı uygulanması gerektiğine inanıyordu. |
Arşivlerde yer alan Churchill’in kaleme aldığı savaş komitesi belgesinde ise, Çanakkale’deki İngiliz askerleri için “gaz maskesi istediği” yer almaktadır. Churchill Archives Centre, bu belgeyle ilgili açıklamasında şöyle demektedir: “Çanakkale’deki askerler için ilave gaz maskeleri istenmektedir. Bu, Türklere karşı gaz kullanıldığının kanıtıdır…” Ayrıca, Churchill’in bu tavrıyla İngiliz eski başbakanlarından William Ewart Gladstone’un “Türklerin maymunla insan arası medeniyet yıkıcı barbarlar” olduğu yanılgısına da destek verdiği söylenmektedir. (Necip ve saygın Türk milletini tenzih ederiz)
Savaş Bakanı olduğu yıllarda Churchill, kimyasal silahların Bolşeviklerin üzerine atılmasını emrederken. Fotoğraf, 1915 yılında Enfield cephane fabrikasında çekilmiştir. |
Ünlü yazar Noam Chomsky de, Churchill’in “kimyasal silahlar ve zehirli gazları modern Batı biliminin bir parçası” olarak gördüğünü, Araplar ve Afganlar üzerinde de deneysel amaçlarla bunların kullanılmasını onayladığını ifade etmektedir.86
I. Dünya Savaşı’na ait bazı kimyasal silahlar (Soldan Sağa) Hardal bombası, beyaz fosfor bombası, hardal gazı, hardal bombası, fosjen roket, portatif kimyasal piston |
BBC’nin internet sitesinde yayınlanan, “Winston Churchill’in kariyerindeki en büyük 10 tutarsızlık” başlıklı makalede de Churchill’in düşmanlarına karşı zehirli kimyasal gaz kullanımını savunduğu şöyle geçmektedir:
Churchill, özellikle Kürtlere ve Afganlara karşı kimyasal silah kullanılmasını savunması nedeniyle eleştirilmektedir. 1919’da, bakanlık yaptığı dönemde yazdığı bir hatırasında, “gaz kullanımı konusundaki bu çekingenliği bir türlü anlamıyorum” demektedir. “Medenileşmemiş kabilelere karşı zehirli gaz kullanılmasını kuvvetle destekliyorum” diye de devam etmektedir.87
Makalede, Churchill’in temsilcisi olduğu İngiliz derin devletinin, insanlık dışı, sadist kişiliğini yansıtan şu satırlar da yer almaktadır:
(Cambridge Üniversitesi’nde araştırma görevlisi ve Winston Churchill ve İslam Dünyası kitabının yazarı) Doctker, ‘onun 1. Dünya Savaşı’nda Osmanlı birliklerine karşı hardal gazı kullanılmasını desteklediğini belirtmek de önemlidir’ demektedir.88
I. Dünya Savaşı sırasında, Irak Karatepe Cephesi’nde, İngilizlere esir düşen Türk askerleri |
Mısır Seydibeşir Esir Kampında İngilizlerin Kasten Kör Ettiği Türk Esirler
Osmanlı Devleti, I. Dünya Savaşı’nda pek çok cephede savaşa girmiş ve bu cephelerde çok sayıda Türk askeri İngilizlere esir düşmüştü. İngilizlerin Türk esirleri tuttuğu kamplardan biri de Mısır’da, İskenderiye şehrinin 15 km kuzeydoğusundaki, tam adı “Seydibeşir Kuveysna Dört Numaralı Osmanlı Üserayı Harbiye Kampı” olan Seydibeşir Kampı’ydı.
Kamp Komutanı İngiliz Yarbay Coates idi. Kamptaki esirlerin sağlığıyla Doktor Yüzbaşı Gillespie yönetimindeki bir Ermeni doktor ile bir İngiliz onbaşı ve 5 İngiliz hemşire ilgileniyordu.
Bu kampta, 1918’de Filistin Cephesi’nde esir düşen 16. Tümen’in 48. Alayı’na bağlı Osmanlı askerleri tutuluyordu. Bu askerler, 12 Haziran 1920’ye kadar İngilizler tarafından iki yıl boyunca her türlü işkence, eziyet, ağır hakaret ve aşağılamaya maruz kaldılar.
Bir kaynakta, bu kampta esir tutulan Türk askerlerinin, İngilizlerin insanlık dışı uygulamaları sonucunda eziyet gördükleri ve şehit düştükleri şöyle anlatılır:
1 Ağustos 1919’dan itibaren İngilizler bütün Osmanlı esirlerine at ve katır eti vermeye başlamışlardı. Ağustos’un o müthiş sıcağında Mısır gibi son derece sıcak bir muhitte kokmuş at ve katır eti yemek mecburiyetinde kalmış olan zavallı askerlerimizin birçoğu bu yüzden dizanteriye ve bazıları da bir çeşit uyuza benzeyen ve İngiliz doktorları tarafından Pellegra diye adlandırılmış olan müthiş bir illete yakalanarak can vermişlerdir.89
Kamptaki esir Türk askerlerine uygulanan vahşet yalnızca bununla sınırlı değildi. Tarihi kaynaklarda İngilizlerin bu kampta I. Dünya Savaşı’nda esir aldıkları Türk askerlerinin 15 bine yakın bir kısmını kasten kör ettikleri yer almaktadır. Bu akıl almaz vahşet, başta TBMM olmak üzere, Türk kamuoyunda 1919, 1920 ve 1921 yıllarında önemli bir gündem konusu olmuştu.
Söz konusu iddiaların dayandığı iki önemli belge vardır. Bunlardan birincisi, 28 Haziran 1921 tarihli TBMM hükümet kararıdır. Kararda TBMM Başkanı olarak Mustafa Kemal Paşa’nın ve 11 bakanın imzaları yer almaktadır. Kararda şu ifadeler geçmektedir:
Malta’da mevkuf (tutuklu) bulunanlar ile Mısır’da on beş bin esiri kasten malûl (sakat) bırakan İngiliz tabipleriyle garnizon kumandan ve zabitleri hakkında Edirne Mebusu Şeref ve Faik beyler tarafından verilip, İcra Vekilleri Heyeti’ne tevdi ve tensip edilen (sunulan) ve Büyük Millet Meclisi Riyaseti Celilesi’nin 29.5.337 tarihli ve zabıt ve kavanin (kanun) kalemi 354/706 numaralı tezkere ile mürsel (gönderilmiş) takrir icra vekilleri heyetinin 28.6.337 tarihli içtimaında kıraat olunarak (okunarak) lazım gelen bu mütalaati fenniye (bilimsel araştırmaları) dermeyanı (ortaya konduğu) zımnında (için) Sıhhiye (sağlık) ve teşebbüsatı (girişimler) siyasiyede bulunmak üzere Hariciye Vekaleti’ne (Dışişleri Bakanlığına) takrir (önerge) sureti musaddakasının (onaylı sureti) lefiyle (ilişikte) işarı karagir olmuştur (bildirilmiştir). 28 Haziran 1337.90
Kut’ül Amare, İngilizlere karşı ecdadımızın elde ettiği büyük bir zaferdir. |
Bu belge, TBMM Hükümeti’nin, Mısır’daki esir kamplarında 15 bin esiri kasten sakat bırakan İngiliz doktorlarıyla, garnizon kumandan ve zabitleri hakkında siyasi takibatın başlatılmasına dair karardır. Diğer bir belge ise, Meclis’in 28 Mayıs 1921 Cumartesi günü yapılan 37. oturumunda Edirne milletvekilleri Faik ve Şeref beylerin verdikleri yazılı önergedir. Bu önergenin son kısmında Mısır’daki kamplarda “kasten kör edilen” Türk esirlerinden şöyle bahsedilmektedir:
Mısır’da bilintizam (kasten), İngiliz’in tathirat-ı fenniye (ilaçla temizleme) bahanesiyle miktar-ı muayenininden (yeterli miktardan) fazla ‘krîzol’ banyosuna sokarak gözlerini kör ettikleri 15 bin vatan evlâdının üzerinde irtikab edilen (yapılan) bu cinayetin müteammit (önceden tasarlayan) failleri olan İngiliz tabipleriyle garnizon kumandan ve zabitlerinin tecrim (suçlu ilan) edilmesini de ilave eyleriz…91
Önergenin TBMM’de okunmasından sonra söz alan Mehmet Şeref Bey şu vahim gerçekleri açıklamıştır:
… Anadolu’nun, Rumeli’nin; bu vatanın namusunu müdafaa eden ve bu vatan için çarpışan çocukları, İngiliz eline esir düştükleri zaman doğrudan doğruya Mısır’a sevk edilmişlerdi. Bunları mahsus izhar edilmiş (özel hazırlanmış) bir formüle, muzadı (karşıt) taaffün (kokuşmuş) maddeler içlerine, boyunlarına kadar sokuyorlardı… Fakat Türk çocuğu oraya girince, bir İngiliz neferi (eri) başına dikiliyor ve süngüsünü uzatınca, zavallı yavrucak, başını içeri çekiyor ve iki gözü kör oluyordu. İngilizler böylece 15 bin Türk’ün gözünü çıkarmışlardır…92
Milli Mücadele’nin başlarında, Mısır’daki Türk esirlerinin İngilizlerce kasten kör edildiği haberi, hem İstanbul hem de Anadolu basınında yoğun biçimde yer almıştır. Konya halkı bu olaya büyük tepki gösterir. Konya’da yayınlanan Öğüt Gazetesi, bu olayı sarsıcı ve çarpıcı başlıklarla halka duyurur.
Bunun üzerine, Anadolu’nun diğer yerlerinde de ciddi bir İngiliz nefreti ve karşıtlığı gelişir. Çok geçmeden, İstanbul’daki İtilaf Devletleri komutanlarından İngiliz Generali Milne’nin emriyle, Konya’daki Öğüt Gazetesi’nin kör edilen esirler konusundaki yayınları durdurulur. Sadece yayın durdurmakla da kalınmaz gazete de kapatılır.
Bunun üzerine olayla bizzat Ankara’ya yeni gelen ve burada Milli Mücadele’yi örgütleyen Mustafa Kemal Paşa ilgilenir. Öğüt Gazetesi’nin kapatılma olayını ve sebebini öğrenir öğrenmez Konya Valiliğine, Heyet-i Temsiliye adına bir telgraf çeker. Telgrafta, İngilizler tarafından Türk basınına yapılan baskı ve saldırıları kınayarak, bu girişimin halk tarafından yapılacak bir miting ile şiddetle protesto edilmesinin gerekliliğini beyan eder.93
Kut’ül Amare Savaşı’nın başlarında İngilizlere karşı kahraman askerlerimiz esir düşmüş ama buna rağmen İngiltere, savaşın sonunda büyük bir yenilgiye uğramıştır. |
Bir başka tarihi kaynakta da, Gaziantepli eski Defter-i Hakanı (Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü) memurlarından Eyüp Sabri Bey’in Ankara’da, 1922 yılında, “Bir Esirin Hatıraları” adıyla yayımlanan kitabında, Mısır’daki hastanelerde İngilizlerin gözetiminde Türk esirlerine yapılan zulüm ve işkenceler etraflıca anlatılmıştır. Eyüp Sabri Bey, Mısır’da İngilizlerin denetimindeki Heliopolis kampında kaldığı sırada bizzat yaşadığı olayları anlattığı bir bölümde, Türk esirlerini “kasten kör etme” vakalarını şöyle aktarmaktadır:
Lâkin bunlara (hastanedeki doktorlara) fevkalade yüz ve selâhiyet (yetki) verilmiş olduğundan, mel’unlar hareketlerinde serbest kalmışlar ve arzuları veçhile (istedikleri gibi) biçare ve masum evlatlarımızın, yani taht-ı esarette bulunan bu bigünah (günahsız) askerlerimizin, bağırta bağırta gözlerini oymuşlardır. Bu cinayetlerin mesuliyeti kime ait olacaktır? Faillerine olmakla beraber, müsebbibi (sebep olanı) olmak itibarıyla bittab (elbette) bütün İngiliz Hükümetine ait olacağını her vicdan takdir edecektir.
Abbasiye hastanesinde… tabiplerin, ellerinde miller ve kolları dirseklerine kadar sıvalı olduğu halde sabahtan akşama kadar işleri güçleri Türk askerlerine ameliyat yapmak ve onların gözlerini çıkarmak olmuştur. Birçok Mısırlı dindaşlarımızın ve umum üseranın (halktan esirlerin) ifadelerine nazaran bu göz ameliyatı evvelce de vuku bulur ise de, mütarekeden biraz evvel bilhassa sonra, İngilizlere galibiyet gururu geldikten sonra pek ziyade ilerlemiş olduğu anlaşıldığı gibi, bizim oraya gittiğimiz zamanlarda şiddetle devam etmekte olduğu bizzat müşahede edilmiştir.94
Türklere karşı uygulanan bu zulüm ve vahşet örnekleri İngiliz derin devletinin deccaliyetin kalesi olduğunun önemli göstergelerinden biridir. Bu zulümler Türk kamuoyunda ve hükümetinde çok büyük öfke ve tepki doğurmakla birlikte, o tarihlerde tüm güç ve imkanlar devletin ve milletin bekasına seferber edildiğinden bu rezaletlerin üzerine gitme fırsatı olmamıştır.
Sonuçta da bu zulümler ne acıdır ki, İngiliz derin devletinin tarih boyunca işlediği tüm diğer suçlarda olduğu gibi zaman içinde örtbas edilmiş, yalanlanmış ve tarihin tozlu sayfaları arasında yerini almıştır.
Lozan Barış Görüşmeleri’nde, esir mübadelesi konusu görüşülmesine rağmen, kasten kör edilen 15 bin Türk esirin durumunun görüşüldüğüne dair bir belge bulunmamaktadır. Bu durum, İngiliz derin devletinin gerçek yüzünü gizleme adına ne tür entrika, baskı ve tehdit yöntemleri kullanabileceği hakkında önemli bir fikir vermektedir.
Kut’ül Amare Savaşı sırasında Türk topçuları destan yazmıştır. |
İngilizlerin Unutturmak İstediği Türk Zaferi:
Kut’ül Amare
Kut’ül Amare yenilgisi, İngilizlerin I. Dünya Savaşı’nda Çanakkale’den sonra uğradıkları ikinci büyük bozgundur. Kut-ül Amare zaferinin kazanılmasında özellikle Kürt aşiretlerin, bir kısım Arap aşiretlerinin ve hatta Şii Arap aşiretlerinin önemli rolü olmuştur. Önemli Şii aileleri Osmanlı’yla ortak hareket etmişlerdir.
Büyük hayallerle ve çetin kuvvetlerle Çanakkale’yi işgale kalkışan İngilizler, bir yandan da diğer Osmanlı topraklarını adım adım işgal etme planları peşindeydi. Ancak, Çanakkale’de aldıkları ağır yenilgiden sonra ağırlıklı olarak Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Irak cephelerine kuvvet kaydırarak bölgenin kalbi olan Bağdat’ı ele geçirme harekatına giriştiler.
Bu amaçla, 1914’te Basra’yı işgal ederek Irak cephesini açmış olan İngiliz birlikleri 24 Temmuz 1915 günü General Townshend komutasında Bağdat’a doğru ilerlemeye başladı. Bu ilerleyiş karşısında Irak Umum Kumandanı Nurettin Bey komutasındaki birlikler 28 Eylül 1915 tarihinde Kut’ül Amare bölgesine çekildi ve peşlerinden gelen İngiliz birlikleri Kut şehrini işgal etti.
Ardından İngiliz birlikleri yeniden Bağdat üzerine iki koldan ilerlemeye başladı. Bu birlikler Selmanpak’ta Nurettin Bey komutasındaki birlikler tarafından durduruldu. İngilizler tekrar Kut’ül Amare’ye geri çekilmek zorunda kaldı. Karşı saldırıya geçen Osmanlı birlikleri 5 Aralık günü Kut’ül Amare önlerine geldi. Aralık ayı boyunca Kut’ül Amare’de sıkıştırılan İngiliz birlikleri şiddetli çarpışmalar sonrasında kuşatılarak çember içine alındı.
Kuşatmayı yarmak için İngiliz birlikleri zaman zaman takviye aldılarsa da başarılı olamadılar. Nehirlerden yapılan cephane ve yiyecek yardımı yeterli olmadığından şehirde sıkışıp kalan İngiliz ordusu, hem saldırı esnasında hem de açlık ve hastalıktan dolayı büyük kayıplar verdi. İngilizler Mart başında tekrar taarruza geçtiler. 8 Mart 1916’da İngilizler, Sabis (Dujaila) mevkiinde, Miralay (Albay) Ali İhsan Bey (Sabis) komutasındaki 13. Kolordu’ya hücum ettilerse de, Sabis Meydan Muharebesi olarak da tarihe geçen çatışmalarda 3.500 asker kaybederek geri çekildiler.
22 Nisan günü, İngiliz birlikleri General Townshend komutasında 5 bin kişilik bir birlikle hücuma geçtiler, ancak bundan da bir sonuç alamadılar ve 3 bin kişilik bir kayıp vererek geri çekildiler. Bütün bunlar olup biterken İngiliz derin devleti elemanları her türlü yolu deniyor ve hayasızca kuşatmanın kaldırılması için Halil Paşa’ya rüşvet teklif ediyorlardı. Zira kuşatma biraz daha devam ederse, zaten bitik ve perişan durumda olan İngiliz ordusu tümüyle yok olmaktan kurtulamayacaktı.
Townshend, tüm silahlarını Halil Paşa’ya teslim etmek ve bir milyon poundluk bir çek vermek karşılığında kendisinin ve ordusunun serbest kalmasını bu yüzden istemişti. Halil Paşa ise İngiliz silahlarının hiçbir işine yaramayacağını ifade etmiş, bir milyon Sterlinlik rüşvet teklifini ise bir “şaka” olarak kabul edip geri çevirmişti. Bu teklifin ardından İngiliz ordusuna 270 ton yiyecek ve mühimmat taşıyan geminin Türk askerleri tarafından ele geçirilmesi, İngilizlere teslim olmak dışında bir imkan bırakmıyordu. Eğer gemi amacına ulaşsaydı, kuşatma iki ay daha devam edebilirdi. Türk askerleri ele geçirilen bu gemiye “Kendi Gelen” ismini verdiler. Gemi, üç makinalı tüfek düzeneği ile birlikte Osmanlı nakliye filosuna dahil edildi.95
Teslim olmasının ardından Townshend, Enver Paşa tarafından iyi bir şekilde ağırlanmış; savaş sonuna kadar Heybeliada’da bir villada konuk edilmiştir.
2 Aralık 2015 tarihli The Telegraph’ın internet sitesinde yer alan bir makalede Patrick Sawer, o dönemde Kut’ül Amare’de savaşmış ve Türklere esir düşmüş Teğmen Henry Curtis Gallup’un günlüklerinden notlar aktarmaktadır. Yazının başında Patrick Sawer, I. Dünya Savaşı’nda İngilizlerin, birçok Osmanlı toprağı gibi Irak’ı da işgal etme amacında olduklarını belirtmektedir. Sawer, İngiliz derin devletinin sinsi ve ikiyüzlü politikasını ve bunun sonuçlarını şu sözlerle açıklamıştır:
Petrolü koruma altına alma ve Irak’ı Türklerden özgürleştirme misyonuyla başlayan şey, Britanyalı ve Hintli askerlerin esarette ölmeleriyle birlikte kepazelikle sonuçlandı.96
Bu ifadeden de anlaşılabildiği gibi, İngiliz derin devleti, tarihin her döneminde entrika ve hilelere başvurarak masum halkı kandırmakta ve kapsamlı savaşlar çıkarmaktan çekinmemektedir. O dönemde, milletleri kan ve ateş denizinde boğarak 9 milyon ölü, 30 milyon kayıp, sakat ve yaralının ortaya çıkmasına yol açan İngiliz derin devletinin zihniyetinde bugün de değişen bir şey yoktur. Bugün, özellikle Ortadoğu’da, ülkeleri KORUMAK, buraları ÖZGÜRLEŞTİRİP, onları barış ve demokrasiyle tanıştırmak iddiasıyla milyonlarca masum Müslümanı, başlarına bombalar yağdırarak şehit eden, on milyonlarcasını da dul, yetim, öksüz, mülteci, hasta, sakat ve yaralı haline getiren “üst-akıl”, İngiliz derin devletidir.
Makalede, Teğmen Henry Curtis Gallup’un günlüklerinden yola çıkarak, İngilizlerin Kut’ül Amare hezimetleri ile ilgili şu bilgiler aktarılmaktadır:
(Kut ül Amare) Açlıktan ölmek üzere oldukları için kendi atlarını yemeye mecbur kalan birlikleriyle ve uğursuz bir kurtarma girişimi sırasında ölen daha binlercesiyle, Britanya Ordusu’nun en kötü bozgunlarından biridir.97
İngiliz ordusu için savaşan Müslüman Hint askerlerinin bir kısmı silah zoruyla cepheye getirilmişti |
İngiliz uçak hangarı önünde nöbet tutan Hintli bir asker |
Yazıda, İngiliz derin devletinin sinsi yöntemlerinden biri olan Müslümanı Müslümana kırdırma taktiği de açıkça gün ışığına çıkmaktadır:
Gallup’un günlükleri, aralıksız Türk saldırılarının ve askerlerin dayanmaya çalıştığı yıldırıcı şartların, tükenmiş İngiliz güçlerini nasıl çökerttiğini detaylı anlatır. 1915 Aralık itibariyle yiyecek tedarikleri aşırı derecede azalmıştı ve açlıktan ölme ihtimali belirmeye başlıyordu – askerler kendi atlarını yemek zorunda kalmışlardı. Etrafı kuşatılmış birlikleri kurtarma çabaları felaketle sonuçlandı. İngilizler tarafından sevk edilen Hint bölükleri, Türkler tarafından durduruldu ve 23 bin Hintli kayıp verildi.98
İngilizlerin Hintli kayıp olarak bahsettikleri askerlerin tümü Hintli Müslümanlardır. Görüldüğü gibi İngilizler, zorlu savaş koşullarında kendi askerlerini riske atmayıp silah zoruyla ordularına kattıkları, bir şeyden habersiz sömürge haline getirdikleri Müslüman halklarını kullanmışlardır. İşte Kut’ül Amare’de de Müslüman Türk kardeşlerinin üzerine saldırtılan on binlerce Hintli Müslüman, İngiliz derin devletinin bu acımasız ve alçakça yöntemi yüzünden hayatını kaybetmiştir.
İngiliz gazeteleri Kut yenilgisini, “Çanakkale’den sonra en büyük hezimet” ifadeleriyle manşetten vermişlerdir. Çanakkale Savaşı’nda kahraman Türk askerleri |
Sonunda hiçbir çıkış yollarının kalmadığını anlayan İngilizler, 6 ay süren bir kuşatma sonucunda 29 Nisan günü Osmanlı ordusuna teslim oldu. Tüm cephelerde duyurulan bu tarihi zafer, Türk askerlerinde büyük bir moral kaynağı olurken Avrupa’da da büyük bir şok etkisi yaptı. İngiliz gazeteleri, Osmanlı’nın zaferini manşetten verirken, İngilizler için de “Çanakkale’den sonra en büyük hezimet” değerlendirmesini yaptılar.
Bu yenilgi İngiliz basınında ve kamuoyunda çok büyük bir infial uyandırdı. İngiliz tarihçisi James Morris, Kut yenilgisini, “Britanya (İngiltere) askeri tarihindeki en aşağılık şartlı teslimi” olarak tanımlar. Diğer bir İngiliz tarihçi Christopher Catherwood ise bu yenilgiyi, “I. Dünya Savaşında İtilaf güçlerinin (İngiltere’nin) en kötü yenilgisi” olarak tarif etmiştir.99
Halil Paşa’nın, 29 Nisan 1916 tarihli günlük ordu emrindeki sözleri Kut’ül Amare zaferini en güzel biçimde özetlemektedir:
Orduma;
Arslanlar!
1- Bugün Türklere şeref-ü şan, İngilizlere kara meydan olan şu kızgın toprağın müşemmes semasında (güneşli gökyüzünde) şühedamızın (şehitlerimizin) ruhları şad-ü handan pervaz ederken (sevinç içinde göğe yükselirken), ben de hepinizin pak alınlarından öperek cümlenizi tebrik ediyorum.
2- Bize iki yüz seneden beri tarihimizde okunmayan bir vakayı kaydettiren Cenab-ı Allah’a hamd-ü şükür eylerim. Allah’ın azametine bakınız ki, bin beş yüz senelik İngiliz Devleti’nin tarihine bu vakayı ilk defa yazdıran Türk süngüsü oldu. İki senedir devam eden Cihan Harbi böyle parlak bir vaka daha göstermemiştir.
Kut’ül Amare Zaferi, ülkemizde 1952 yılına kadar Kut Bayramı olarak kutlanmıştır. 29 Nisan tarihi bundan sonra da bayram olarak kutlanmalıdır.
(Üstte) Kut’da yenilgiye uğrayan İngiliz Ordu Komutanı’nın Türk Komutan’a teslim oluşunu temsil eden bir çizim |
3- Ordum gerek Kut karşısında ve gerekse Kut’u kurtarmaya gelen ordular karşısında 350 subay ve 10 bin neferini şehit vermiştir. Fakat buna mukabil bugün Kut’da 13 general, 481 subay ve 13.300 er teslim alıyorum. Bu teslim aldığımız orduyu kurtarmaya gelen İngiliz kuvvetleri de 30 bin zayiat vererek geri dönmüşlerdir.
4- Şu iki farka bakınca cihanı hayretlere düşürecek kadar büyük bir fark görülür. Tarih bu vakayı yazmak için kelime bulmakta müşkülata uğrayacaktır.
5- İşte Türk sebatının İngiliz inadını kırdığı birinci vakayı Çanakkale’de, ikinci vakayı burada görüyoruz.
6- Yalnız süngü ve göğsümüzle kazandığımız bu zafer yeni tekemmül eden vaziyeti harbiyemiz karşısında muvaffakiyeti atiyemizin parlak bir başlangıcıdır.
7- Bugüne Kut Bayramı namını veriyorum. Ordumun her ferdi, her sene bu günü tesit ederken (kutlarken) şehitlerimize Yasinler, Tebarekeler, Fatihalar okusunlar. Şühedamız, hayatı ulyatta, semavatta kızıl kanlarla pervaz ederken, gazilerimiz de atideki zaferlerimizle nigehban (bekçi) olsunlar.
Mirliva Halil
Altıncı Ordu Komutanı
29/Nisan/1916- Bağdat 100
Kut’ül Amare zaferi, Türkiye’nin NATO üyeliği sonrasında artık resmi olarak kutlanmamaya başladı. Oysa tarihimizdeki bir çok zafer gibi bu zafer de her yıl hatırlanmalı, bu zafere imza atan şehitlerimiz gururla anılmalıdır. (Üstte) NATO’ya üye olan ülkeler |
Türkiye’nin NATO’ya üye olduğu 1952 yılına kadar, 29 Nisan tarihi Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından “KUT Bayramı” olarak kutlanmaktaydı. Kut’ül Amare’nin sürekli hatırlanması İngiliz derin devletinin hoşuna gitmemiş olacak ki, Türkiye’nin NATO üyeliğinin hemen ardından, İngilizlerin isteğiyle, Kut’ül Amare zaferi, hem milli eğitim müfredatından çıkarılmış hem de kutlanması durdurulmuştur. Yeni nesillerin bu zaferi bilmesi ve eskilerin hatırlaması engellenmeye çalışılmıştır.
Bu durum, İngiliz derin devletini hezimete uğratan Kut’ül Amare ve benzeri zaferlerin, gerçekte ne kadar büyük bir coşku ve kararlılıkla, sürekli gündemde tutulması gerektiğinin de önemini göstermektedir.
General Townshend’in Anılarından İlginç Bölümler |
|
İngiliz ordusunun Kut’ül Amare’deki komutanı General Townshend, 1920 yılında yayınlanan Mezopotamya Seferim (My Campaign in Mesopotamia) isimli kitabında ilginç bilgilere yer vermektedir.
Townshend’in bildirdiğine göre, I. Dünya Savaşı’nda İngiliz Ordusu saflarında, 1 milyonu aşkın Hint kökenli asker savaşmıştır. Bunların bir kısmı muharip bir kısmı da destek birliğidir. Savaş boyunca bu askerlerin 74 bini yaşamını yitirirken, 67 bin kadarı yaralandı. İngiliz 6. Hint Tümeni’nde Hindular, Sihler, Bangladeşliler, Gurkalar ve Müslüman Peştunlar vardı. Townshend, Osmanlılara karşı komuta ettiği ilk savaş olan “Kurna Muharebesi”nde Müslüman kökenli askerlerin Türklere karşı savaşmak istemediğini anlatmaktadır. Kitabında, Hint kıtalarındaki diğer Müslüman askerlerin ilerleyen muharebelerde de benzer tavırlar sergilemeye devam ettiğini yazar.1 Tarihi kaynaklara bakıldığında, Hint Müslümanlarının, Halife’nin askerleri olarak tanımladıkları Müslüman Türklere karşı savaşmak istemedikleri açıkça gözlemlenebilmektedir. Irak cephesinin açılmasından itibaren Şii Müslüman Hintliler dahi, bölgede Türklere karşı savaşmayı reddetmişlerdir. Irak’ta Selman-ı Pak yakınında gerçekleşen çatışmaya 3 Hint alayı katılmayı reddetmiş ve kitle halinde İngilizlere isyan etmişlerdir.2 |
|
1. General Townshend teslim olduktan sonra gözaltında | 2. General Townshend |
İngilizlere karşı en büyük Hint isyanı ise Singapur’da gerçekleşmiştir. İngilizler safında Osmanlı Müslümanlarına karşı savaşmayı reddeden Hintli Müslümanlar toplu halde isyan başlattılar. 15 Şubat 1915 tarihinde başlayan bu isyan, Peştun, Moghul ve Rajput asıllı Müslümanların oluşturduğu 5. Hafif Piyade Alayı’nda çıkmıştı. Müslüman askerler, İngiliz bayrağı altında Avrupa’ya götürülüp Osmanlı’ya karşı savaşmak istemiyorlardı. Ancak bu isyan, söz konusu alayın başında tecrübeli bir subayın olmaması nedeniyle etkisiz kalmıştır. Singapur’daki İngiliz koloni yönetimi, bölgedeki Fransız ve Japon müttefiklerin de desteğini alarak isyanı bastırmıştır. Kurulan sözde askeri mahkemenin aldığı jet karar ile 850 asker ve 200’den fazla subayın oluşturduğu Müslüman alayın yarısı kurşuna dizilerek veya asılarak idam edilmiştir. Geri kalanlar ise ya ağır hapis cezalarına çarptırılmış ya da Kamerun ve Alman Doğu Afrika’sına gönderilerek Almanlara karşı savaştırılmıştır. 1917 yılında ise bu birlikler Türk taraftarlığı ile tanınan “Malezya Devlet Muhafızları” ile birlikte Aden’de, zorla Osmanlı’ya karşı cepheye sürülmüştür. Bu vahim olay, tek başına, İngiliz derin devletinin Müslümanları Müslümanlara kırdırma politikasını nasıl zorla gerçekleştirdiğini gösterir niteliktedir. Müslümanlara karşı savaşmak istemeyen cesur Hintli askerlerse, böylesine bir hainliğin içine girmektense şehit olmayı göze almışlardır.3
Kapsamlı tarihi bilgilerin, İngiliz derin devleti elemanları tarafından özenle saklandığı burada önemle belirtilmelidir. I. Dünya Savaşı döneminde Osmanlı’ya bağlı Müslümanların büyük bir kısmının Türklere karşı savaşmayı reddettikleri ve bu nedenle de şehit olmayı göze aldıkları bilinmektedir. Fakat o döneme ait belgeler, genellikle İngilizlere ait kaynaklar ile sınırlıdır. Dolayısıyla, bu konuda İngilizlere karşı gerçekleştirilen isyanlar özenle gizlenmiş, Müslüman ittifakı tarihten silinmeye çalışılmıştır. |
|
1. “İngiliz General’in Kut Anıları”, Al-Jazeera, http://appsaljazeera.com/interactive/kutul-amare/tr/ingilizin-anilari.html
2. İsmet Üzen, “Türklerin Kut’ül Amare Kuşatması Sırasında İngiliz Ordusunda Bulunan Hintli Askerlerin Tutumu (Aralık 1915 – Nisan 1916)”, Akademik Bakış Dergisi, Cilt 2, Sayı 3, 2008, s. 81 3. Emre Gül, “Hintli Askerler Singapur’da Osmanlı İçin İsyan Etmişti”, Dünya Bülteni, 25.07.2014 |
Ortadoğu Dizaynının İlk Adımı: Sykes-Picot Antlaşması
Osmanlı’nın Ortadoğu’daki topraklarının İngiltere ve Fransa arasında paylaşımını belirleyen Sykes-Picot Antlaşması, İngiltere’nin Kut’ül Amare bozgunundan 17 gün sonra, 16 Mayıs 1916’da –henüz I. Dünya Savaşı devam ederken– İngiltere, Fransa ve Rusya arasında gizli olarak imzalandı. Gizli anlaşmanın deşifre olması ise, 1917 Ekim Devrimi’nin patlak vermesiyle Rusya’nın hem I. Dünya Savaşı’nın hem de Sykes-Picot’nun dışında kalmasıyla gerçekleşti. İngiliz derin devletinin yıllar süren kışkırtmaları, casusluk faaliyetleri ve toplum mühendisliği operasyonlarıyla zemin hazırladığı komünist ihtilalin başlamasıyla, Osmanlı pastasında hak iddia edecek en büyük güçlerden biri olan Rusya saf dışı bırakılmış oldu.
Sykes-Picot Antlaşması’na göre, Doğu Akdeniz bölgesi, bugünkü Suriye ve Lübnan kıyıları, Adana, Antep, Urfa, Diyarbakır ve Musul Fransa’ya; Doğu Akdeniz’deki Hayfa ve Akka limanları, Bağdat, Basra ve Güney Mezopotamya ise İngiltere’ye veriliyordu. Filistin’de ise, kutsal bölge olması itibariyle uluslararası bir yönetim kurulacaktı. Bugünkü Irak ve Suriye topraklarının bulunduğu bölgenin büyük bölümü ise sırasıyla İngiltere ve Fransa mandasına bırakılıyordu.
Sykes-Picot’ya göre Lübnan, Fransız himayesine verilmiştir. (1) Sykes-Picot ile Osmanlı topraklarının parçalanmasını resmeden bir karikatür. (2) Antlaşma sonrası Fransız ordusunun Beyrut’a girişi. |
Sykes-Picot’da Fransa’yla arasında yaptığı bu paylaşım, bölgenin tek hakimi olmak isteyen İngiltere’yi hiç tatmin etmiyordu. Musul’un Fransızlarda kalması ve Filistin’i elde edememesi İngiliz derin devletinin çıkarlarıyla hiç örtüşmüyordu. Çünkü Musul’daki zengin petrol yataklarının varlığı 1900’lerin başından beri İngilizlerin bölgeye gönderdikleri teknik heyetlerin raporlarında önemle yer almaktaydı. Ayrıca Musul’un alınması, İngiliz derin devleti tarafından muhtemel bir İslam Birliği’nin engellenmesi için de önemliydi. İngiliz derin devleti, Hindistan yolunu korumak açısından da Filistin’i tam hakimiyetine almayı önemli görüyordu.
İşin doğrusu, 1915’te Arabistan Yarımadası’nı ele geçirmiş olan İngiltere’nin asıl planı, Osmanlı’ya karşı isyana kışkırttığı Mekkeli Şerif Hüseyin’i destekleyerek Irak ve Filistin toprakları üzerinde kendisine bağımlı bir Arap devleti kurmaktı. Mekke Şerifi Hüseyin ile Mısır’daki Britanya Yüksek Komutanı McMahon arasında böyle bir antlaşma zaten gizli olarak imzalanmıştı. Hatta aynı esnada Şerif Hüseyin’in hasmı olan Vahabi Emir Suud ile de gizli görüşmeler yürütülmüştü. İngiliz derin devleti bölgede bu tür ikili, üçlü, beşli oyunlar peşinde koşarken, kendisinin yavaş yavaş oyunun dışına itildiğini fark eden Fransa, bu plana karşı çıkarak İngiltere’yi bölgenin eşit paylaşımını öngören bu anlaşmaya zorlamıştı.
Çanakkkale Zaferi’nin temsili resmi |
Kut’ül Amare Savaşı’nda Türk birlikleri |
Bundan önce İngiltere, ne Kıbrıs’ı ne de Mısır’ı işgal ederken Fransa’nın iznine ihtiyaç duymuştu. Fransızlar da buralardan pay isteme gibi bir cürette asla bulunmamıştı. Öyle ki, 1869’da Fransızların bizzat açtığı Süveyş Kanalı’nı, 1882’deki Mısır işgaliyle hakimiyet ve idaresine alan İngilizlere karşı Fransızların, içten içe rahatsız olmaları dışında, hiçbir itirazları olmamıştı.
Ancak, İngilizlerin Çanakkale ve Kut’ül Amare hezimetlerinden sonra durum değişmişti. İngiliz derin devletinin karşısına artık, tepki veren ve baskı yapan bir Fransa çıkmıştı. Durumun farkında olan İngiltere, Sykes-Picot aşamasında Fransa’yla zıtlaşmak istemedi. Çünkü uğradığı güç ve prestij kaybı nedeniyle Fransa’yı karşısına alması doğru bir politika olmayacaktı.
Bu nedenle İngiltere, geçici bir süre için bağımlı hale geldiği Fransa’yı kızdırmamak için Sykes-Picot’u ortak bir paylaşım planı dahilinde kurguladı. Osmanlı toprakları üzerindeki paylaşımın, kendi işine geldiği biçimdeki revizyonunu daha ileri tarihlere bıraktı. Sykes-Picot, deşifre olmuş bir gizli antlaşma olması nedeniyle resmi olarak hayata geçirilemese de, Osmanlı’nın dağılma sürecinde büyük ölçüde bu paylaşım esas alınmıştır. Bu gizli antlaşmanın Anadolu topraklarını içeren bölümü ise, Mustafa Kemal liderliğinde gerçekleşen Anadolu’daki Kurtuluş Mücadelesi sonrasında hayata geçirilememiştir. İngiliz derin devleti, hala bunu telafi etmek istemekte, Türk toprakları içinde kışkırttığı PKK komünist terörü ve darbe girişimi gibi eylemlerle bunu gerçekleştirmeye çalışmaktadır.
İngiliz Dışişleri Bakanlığı’ndan Sir Mark Sykes | Fransız Dışişleri Bakanlığı’ndan François Georges Picot |
Sykes-Picot ile belirlenmiş paylaşım ile İngiliz derin devleti, büyük vaatlerle kandırıp kendi safında Osmanlı’ya karşı ayaklandırdığı isyankar Şerif Hüseyin’e verdiği sözü de bir kenara atmış oluyordu. Bu paylaşımda, Şerif Hüseyin’e bir bölge ayrılmamıştı. İngiliz derin devletinin, İslam aleminde gözüne kestirdiği münafıkları parlak ve boş vaatlerle kandırıp ardından kullanıp bir kenara atma alışkanlığı konusunda, Şerif Hüseyin oldukça belirgin bir örnektir.
İngilizlerin Sykes-Picot’nun eksikliklerini tamamlaması çok uzun sürmedi. 15 Kasım 1918 tarihinde İngiltere, bölgedeki Hristiyanların güvenliği, İngiliz savaş esirlerine kötü muamele edilmesi gibi –tarih boyunca ve günümüzde de her fırsatta kullandığı– göstermelik gerekçelerle, Mondros Mütarekesi’nin 7. maddesini bahane ederek Musul’u işgal etti. 24-25 Nisan 1920’de ise İtalya’nın San Remo şehrinde toplanan konferans sürecinde de İngilizler, Fransızları “kendi yöntemleriyle” ikna ederek, Suriye’ye karşılık onların Musul ve Filistin’deki haklarını elde ettiler.
Bölgedeki günümüz sınırlarının temelleri Sykes-Picot ile atılmıştır. Ancak asıl sınırlar, 1919 sonrasında yapılan (Paris ve San Remo gibi) antlaşmalarla, çeşitli revizyonlar geçirerek ve cetvellerle ince ince çizilerek son hallerine getirilmiştir. Bu konuda belirleyici aktör, her zaman olduğu gibi İngiliz derin devleti olmuş ve bölge, deccaliyetin geleceğe yönelik planları doğrultusunda suni parçalara ayrılmıştır.
Bu suretle İngiliz derin devleti, Sykes-Picot ile parçalanma süreci başlatılan ve Balfour Deklarasyonu’yla kızıştırılan bölge toprakları üzerinde yüzyıllardır kardeşçe, barış ve huzur içinde yaşayan Müslüman topluluklarını, birbirinden yapay sınırlarla ayırmış oldu. Bölgedeki sosyal, siyasal ve kültürel dengeleri özellikle göz ardı ederek, Irak, Suriye, Ürdün, Kuveyt, Hicaz Krallığı gibi manda devletler kurdu.
A. Sykes-Picot Antlaşması Mayıs 1916
1. İngiliz idaresi |
7. Rus İmparatorluğu 8. Türkiye 9. Ermenistan 10. Hazar Denizi 11. Kınrus 12. Akdeniz 13. Filistin 14. Mısır |
15. Suriye 16. Irak 17. Arabistan 18. İran 19. Kuveyt 20. Basra Körfezi 21. Katar |
İngiliz derin devleti, birlik ve tek vücut olan bir İslam dünyasının amansız bir güce, etkiye ve caydırıcılığa sahip olacağını çok iyi bildiğinden böyle bir durumu tarih boyunca kendisi için en büyük tehdit olarak değerlendirmiştir. Kendine yönelik bu tehdidi durdurmak amacıyla parçaladığı Müslüman alemi içinde milliyetçilik, mezhepçilik, aşiretçilik gibi unsurları bölücülük amacıyla kışkırtıp körükleyerek halen devam eden yüz yıllık fitne, kargaşa, ihtilaf, savaş ve çatışma ortamını titizlikle hazırlamıştır.
Bu süreç içinde, yarı-sömürge konumuna getirilmiş bölge ülkeleri, İngiliz güdümlü diktatörlerin idaresinde, halkların sürekli ezildiği, zulüm gördüğü, yoksulluk ve sefaletten kurtulamadığı topraklar haline dönüşmüştür. Diğer yandan da yüzyıldan beri, bu ülkelerin devasa zenginlikleri, doğal kaynakları İngiliz derin devleti ve destekçileri tarafından sömürülmüştür.
Özetle, 21. yüzyılın başlarında adı anılmaya başlanan ve İslam aleminin çok daha küçük parçalara ayrılıp nihai olarak yok edilmesi ve bölgenin kayıtsız-şartsız İngiliz derin devletine teslim edilmesi anlamına gelen Büyük Ortadoğu Projesi’ne giden süreç, Sykes-Picot ile başlatılmıştır.
Dipnotlar:
57. Sait Paşa, Sait Paşanın Hatıratı, I. Cilt, Dersaadet (İstanbul): Sabah Matbaası, 1328 (1912), s. 271
58. Eugene Rogan, The Fall of the Ottomans: The Great War in the Middle East, 2015, iBooks
59. Ronald Storrs, Orientations, London: Readers Union, 1929, s. 152-156
60. Robert Lacey, The Kingdom: Arabia and the House of Sa’ud, London: Avon Books 1983, s. 182
61. Robert Lacey, a.g.e., s. 119
62. Feridun Kandemir, Fahreddin Paşa’nın Medine Müdafaası: Peygamberimizin Gölgesinde Son Türkler, Istanbul: Yağmur Yayınevi, 2007
63. Robert Lacey, The Kingdom: Arabia and the House of Sa’ud, London: Avon Books 1983, s.119-120
64. Eugene Rogan, The Fall of the Ottomans: The Great War in the Middle East, 2015, iBooks
65. David Garnett (ed.), The Letters of T.E. Lawrence of Arabia, New York: Spring Books, 1964, s. 351-353
66. Richard Aldington, Lawrence of Arabia a Biographical Enquiry, London: Collins, 1969
67. David Garnett, The Letters of T.E. Lawrence of Arabia, New York: Spring Books, 1964, s. 15
68. David Garnett, a.g.e., s. 185-186
69. David Garnett, a.g.e., s. 197
70. David Garnett, a.g.e., s. 183
71. David Garnett, a.g.e., s. 244
72. David Garnett, a.g.e., s. 254
73. David Garnett, a.g.e., s. 258
74. T. E. Lawrence, Seven Pillars of Wisdom, Manning Pike and H. J. Hodgson, London, 1926,
75. Süleyman Kocabaş, Osmanlı İsyanlarında Yabancı Parmağı “Bir İmparatorluk Nasıl Parçalandı?”, I. Baskı, Vatan Yayınları, Ekim 1992, s. 103
76. “Alınamayan Gemiler: Sultan Osman I ve Reşadiye”, http://www.canakkale.gen.tr/bilinmeyenler/b1.html
77. Feridun Kandemir, Hatıraları ve Söyleyemedikleri ile Rauf Orbay, İstanbul: Sinan Matbaası, s. 103-104
78. Bkz. Lozan Barış Antlaşması, m. 58
79. Jon Henley, “Remembering Gallipoli: Honouring the Bravery Amid the Bloody Slaughter”, The Guardian, 24.04.2015
80. Jon Henley, a.g.m.
81. Yavuz Bahadıroğlu, İnancın Zaferi Çanakkale, İstanbul: Nesil Yayınları, 2015
82. Mustafa Turan, Destanlaşan Çanakkale, İstanbul: Cihan Yayınları, 2012
83. Gökçen Keskin, “Barbar Türklere Karşı Zehirli Gaz Kullanalım”, Sabah, 20.03.2007, http://arsiv.sabah.com.tr/2007/ 03/20/gnd116.html
84. Boris Johson, The Churchill Factor, Riverhead Books, New York, 2014
85. Noam Chomsky, U.S. Middle East Policy, Columbia University, 4 Nisan 1999, https://chomsky.info/19990404/)
86. Gökçen Keskin, a.g.m.
87. Tom Heyden, “The 10 Greatest Controversies of Winston Churchill’s Career”, BBC, 26.01.2015
88. Tom Heyden, a.g.m.
89. Eyüb Sabri Akgöl ve Nejat Sefercioğlu, “Esaret Hatıraları: Bir Esirin Hatıraları ve Matbuat Ve Istihbarat Müdüriyet-i Umumiyesi: Yunan İllerinde Zavallı Esirlerimiz”, İstanbul: Tercüman, 1978
90. “Türk Esirleri”, Akın Tarih, http://www.akintarih.com/ turktarihi/osmanli/turk_esirleri/turk_esirleri.html
91. Cemalettin Taşkıran, Ana Ben Ölmedim “I. Dünya Savaşı’nda Türk Esirleri”, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2001, s. 143-147
92. Cemalettin Taşkıran, a.g.e., s. 143-147
93. Cemalettin Taşkıran, a.g.e., s. 143-147
94. Eyüb Sabri Akgöl ve Nejat Sefercioğlu, “Esaret Hatıraları: Bir Esirin Hatıraları ve Matbuat Ve Istihbarat Müdüriyet-i Umumiyesi: Yunan İllerinde Zavallı Esirlerimiz”, İstanbul: Tercüman, 1978
95. Battles from Basra to Kut”, Al Jazeera, http://interactive.aljazeera.com/ajt/2016/kutul-amare/en/kut-siege.html
96. Patrick Sawer, “Rarely Seen WWI Diaries Reveal Agony of Ignominious British Defeat”, The Telegraph, 02.12.2015
97. Patrick Sawer, a.g.m.
98. Patrick Sawer, a.g.m.
99. Christopher Catherwood, The Battles of World War I., Allison & Busb, 22 Mayıs 2014, s. 51–2
100. Furkan Düzenli, “Kızgın Kumlarda Kazanılan Büyük Zafer: Kûtü’l-Amâre”, Haber10, 30.04.2016, http://www. haber10.com/tarih/kizgin_kumlarda_kazanilan_buyuk_zafer_kutul_amare-629101
om/ajt/2016/kutul-amare/en/ khalil-pasha-memoirs.html