Genel olarak “başkalarına ait kaynakları haksız yere kullanmak” anlamına gelen sömürgeciliğin geçmişi, çok eskilere kadar uzanır. Ancak sömürgecilik, özellikle denizciliğin gelişiminden sonra İngiltere ve diğer bazı Avrupa ülkeleri tarafından dünyanın hemen her yanına yönelik uygulanmıştır. İngiltere ve diğer sömürgecilerin, dünyanın çeşitli yerlerindeki zenginlikleri ve insan gücünü keşfetmesi ve bunu ilhak ve işgale dönüştürmesi ile sömürgecilik, yeni bir boyut kazanmıştır.
İspanyollar ve Portekizliler daha çok altın ve gümüş yağmalama amacıyla sömürgeciliğe girişmişlerdir. Ancak bunu bir idare biçimine dönüştüren İngilizler olmuştur.
İngilizlerin sömürgecilik girişimleri kolay ve haksız kazanç amacıyla başlamıştır. Bu haksız kazanç çabası, İngiliz derin devletinin dünya hakimiyeti arzusunun bir başlangıç noktasıdır. Kaynaklara ve insan gücüne hakim olmak, yeni köle milletler ve devletler elde etmek, İngiliz derin devletinin hayal ettiği tek dünya imparatorluğunun önemli bir yolu olarak görülmüştür. 16. yüzyıl İngiliz denizci ve yazarlarından Walter Raleigh, İngiliz derin devletinin temel hedefini, “Denize hakim olan ticarete de hükmeder; ticarete hakim olan ise dünya zenginliklerine hükmeder, yani dünyaya hakim olur…“92 sözleriyle ortaya koymuştur.
1486’da Londra’da Fellowship of Merchant Adventurers‘ın (Maceraperest Tüccarlar Birliği) kurulması bu hedefe yönelik yapılan ilk girişimlerden biridir. Merchant Adventurers’ın kuruluş amacı, İngiltere’nin dışarıya satabileceği yegane ürün olan tekstilin ihracatını artırmaktı. Kraliyet, Merchant Adventurers’a, “bilinmeyen ve alışılmış denizyollarının dışında kalan kara uzantıları, kara parçaları, adalar, mülkler ve malikaneler” keşfetmesi için ruhsat vermişti. Kuruluş, “Moskova Şirketi” adını alarak Rusya’nın ve Rusya’ya komşu ülkelerin tekelini ele geçirmeyi başarmıştı.93 Bu yöntem, sonraki yıllarda İngiliz derin devletinin dünya hakimiyeti sağlama çabasında kullandığı önemli bir yöntem haline gelecekti.
İngiliz derin devleti, “Moskova Şirketi” deneyimindeki başarıyı görünce, bu aşamadan sonra ticari olarak imkanlarından istifade edeceği bölgeler arayışını hızlandırdı. Ele geçireceği topraklarda hükmedebileceği bir insan topluluğunun bulunması İngiliz derin devleti için önemliydi. Kendi sahte kriterlerine göre “aşağı ırk” kabul ettiği toplumlar, İngiliz derin devletinin hedef kitlesi haline geliyordu. İngiliz derin devleti, söz konusu bölgelere “beyaz adam” hükümranlığında ayak basıyor, halkı köleleştirerek toprağın tüm imkanlarına el koyuyordu. Halk ise, İngiliz derin devletine göre, Anglosakson soyuna hizmet etmek için var olmuş “değersiz” topluluklardı. (Tüm sömürge halklarını tenzih ederiz)
İngiliz derin devletinin sömürge politikasını başlattığı Fellowship of Merchant Adventurers’ın üyelerinin temsili resmi ve logosu |
İngiliz derin devletinin sömürge konusunda temel stratejisi şuydu: Sömürülecek uygun topraklar tespit edildikten sonra buraya İngilizlerden oluşan kalıcı yerleşimciler transfer ediliyordu.94 Yerleşimcilerin geldiği topraklara koloni adı veriliyor ve okyanusun diğer ucunda dahi olsalar, bu toprakların İngiltere ile siyasi ve ekonomik bağı devam ettiriliyordu.95 Zaman içinde İngiliz derin devleti, İngiltere’nin dilini, dinini, kültürünü bu bölgelere hakim ederek bir bakıma bu bölgeleri hizmetçisi haline getiriyordu. İngiliz derin devletine göre söz konusu bölgeler hiçbir zaman İngilizleşemeyeceklerdi; dolayısıyla onlara sözde “aşağı ırk” oldukları ve İngilizlere hizmet etmeleri gerektiği her zaman hatırlatılıyordu. Bir kısmı İngiliz derin devletine yancılık yapmak üzere görevlendiriliyor, bir kısmı köleleştiriliyordu.
İngiliz derin devletinin sömürerek gerçekleştirdiği bu alan hakimiyeti, günümüzde kolonyalizm (kolonileştirme) olarak isimlendirilmektedir. Ticaret görünümü altında gerçekleştirilen bu hakimiyet askeri yöntemlere oranla çok daha kolay, masrafsız, risksiz ve avantajlı olduğu için İngiliz derin devleti uluslararası politika stratejisini bunun üzerine kurmuştur.
Kolonyalizmin fikir babası, milletvekili ve aynı zamanda da bir asker olan Humphrey Gilbert’tır. Fransız Tarihçi Marc Ferro, Sömürgecilik Tarihi isimli kitabında Gilbert’i şu şekilde tanıtır:
Gilbert doktrinini bir kez geliştirdikten sonra, Newfoundland’da ilk yerleşim bölgesini kurdurdu: İngiltere buraya işsiz güçsüz takımını gönderdi, ürünlerini sattı ve oradan yiyeceğini sağladı.96
Bu ilk adımdı; 16. yüzyılın sonundan itibaren İngiliz derin devleti, dünyaya yayılmak için hızla yeni koloniler edinmeye ve buralarda hem deniz üsleri hem de ticaret bölgeleri oluşturmaya başladı.
İngilizlerin 17. ve 18. yüzyıllarda Amerika ve Asya’da yoğunlaştırdıkları sömürge faaliyetleri ticari ve ekonomik ağırlıklıydı ve ticari organizasyonlar aracılığı ile gerçekleştiriliyordu. Bu dönemde sömürge toprakları, bir yandan İngiltere pazarının ihtiyacı olan ham madde ve baharat, tütün, şeker gibi tüketim malzemelerini sağlarken, diğer yandan İngiliz ürünlerinin pazarı haline getirilmiştir. Bu politikanın güdülmesindeki en büyük amaç, İngiltere’ye para ve kaynakların mümkün olduğunca fazla girmesi ve İngiltere’den mümkün olduğunca da az çıkması olmuştur.
Kolonyalizmin fikir babası olan Humphrey Gilbert ve sömürge politikasını şekillendirdiği, kendi çizimi olan dünya haritası |
Başlangıçta ekonomik gerekçelere dayandırılan kolonyalizm, zaman içinde çok ciddi toplumsal ve hatta sorunlu biyolojik sonuçlar doğurmuştur. Örneğin İngiliz derin devletinin Hindistan’da pamuk ekimini engelleyerek, daha çok kar getirdiği için haşhaş ekimi yaptırması ve bunu da Çin’e satması bu konudaki en bilindik örneklerdendir. Uyuşturucu madde yapımında kullanılan haşhaşın ekimi Hindistan topraklarını ziyan ettiği gibi, Çin halkı üzerinde de korkunç bir psikolojik ve manevi yıkım meydana getirmiştir. Benzeri uygulamalar sömürgecilik tarihinin anlatıldığı bir üniversite ders kitabında şöyle anlatılmaktadır:
Başlangıçta neredeyse tamamen ticaret ve para kazanma arzusu gibi ekonomik faktörlere bağlı olan bu gelişme, esas itibarıyla başka bir ülkenin hammadde kaynaklarını ve para edecek ürünlerini o ülke dışına çıkarma esasına bağlı bir ekonomik yapı kurmuştur. Bu sebeple sömürge ülkelerinde toprağın doğal yapısı ve dönüşümüne bağlı bir tarım yerine daha çok para edecek şeker kamışı, kahve, kakao gibi ürünler üzerinde ısrar edilerek uzun vadede pek çok Asya ve Afrika toprağının çoraklaşmasına zemin hazırlanmıştır.97
İngiliz derin devleti, idareyi ele geçirdiği ülkelerde çoraklaştırıcı tarımsal yöntemler dayatmış, bununla da kalmamış yerel halka zulmederek büyük katliamlar gerçekleştirmiştir. Bu katliamlar kimi zaman ateşli silahlarla doğrudan can alma şeklindeyken, kimi zaman yaşam koşullarının kasıtlı olarak ölümcül düzeye düşürülmesiyle yaşanmıştır.
Tarımı ve insanları helak etmek, bu yolla toplum düzenini dejenere etmek deccali bir yöntemdir. Bu deccali yöntemi, Kuran’da Yüce Rabbimiz şu şekilde tanıtmıştır:
O, iş başına geçti mi (ya da sırtını çevirip gitti mi) yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli helak etmeye çaba harcar. Allah ise, bozgunculuğu sevmez. (Bakara Suresi, 205)
Kuran-ı Kerim’de “bozgunculuk” olarak nitelendirilen ve kesin olarak yasaklanan bu çirkin yöntemleri İngiliz derin devleti benimsemiş, sistemleştirmiş, dünyanın her yanına yaymıştır.
İngiltere’de kolonilerden elde edilen gelirler, çıkartılan özel kanunlarla koruma altına alınmıştır. İngiltere ve sömürgeler arasındaki taşımacılığın İngiliz gemileriyle yapılması şartı getirilmiş, yani sadece ürünlerde değil taşımacılıkta da yalnızca İngiltere’nin kar etmesi sağlanmıştır. Sömürgelerin tüm ihtiyaçlarını İngiltere’den satın alması zorunlu tutulmuş, bu ülkelerde yalnızca İngiliz mallarının ithalatına izin verilmiştir. Hintli yazar Prof. Ania Loomba, kolonilerdeki ticari işleyişi şöyle açıklamaktadır:
Modern sömürgecilik işgal edilen ülkelerden para, mal ve zenginlik almaktan fazlasını yapmıştır. Bu ülkelerin ekonomilerini yeniden yapılandırmış ve bunları sömürgeci ülkeyle sömürülen ülke arasında insan ve doğal kaynak akışı olacak şekilde kompleks bir ilişki içine sokmuştur….. ama insanlar ya da ürünler ne yönde hareket ederse etsin, kar her zaman sözde “anavatana” akmıştır..98
İngiliz derin devletinin sömürgecilik politikası, toplumların büyük bir bölümüne azap ve zulüm getirmiştir. |
Şüphesiz ki “anavatan”, öncelikle İngiltere’dir.
Sömürülen topraklar, çeşitli aşamalarla İngiliz derin devletinin egemenliği altına girmiştir. Sömürgelerdeki toprak düzeni ise, yine İngiliz derin devletinin ihtiyacına göre yeniden şekillendirilmiş, sömürülen topraklarda yerli sanayinin gelişmesi önlenerek İngiliz ürünlerinin tüketilmesi zorunlu kılınmıştır.
19.yüzyıl, İngiliz sömürgeciliğinin oldukça geniş bir alana yayıldığı dönemdir. Yüzyılın başlarında Birleşik Krallık; Avustralya, Kanada, Hindistan, Afrika’daki bazı devletler, Karayip Adaları ve Hong Kong gibi dünyanın büyük bir kısmına yayılan dev bir sömürge imparatorluğunu yönetmektedir. İngiltere’ye yönelik “üzerinde güneş batmayan imparatorluk” yakıştırması da gerek kölelik gerekse doğal kaynakların bolluğu nedeniyle ülkenin sömürge altına aldığı toprakların genişliğinden gelmektedir. Bu sömürgelerin bazıları 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başlarında “sözde” bağımsızlıklarını kazanmışlardır.
Fakat o aşamaya gelene kadar İngiliz sömürge tarihinde, altında İngiliz derin devletinin imzası bulunan ve İngiliz derin devletinin deccali yöntemlerini ele veren çok fazla kara leke vardır.
İngiltere I. Dünya Savaşı’nın sonunda İmparatorluğun en geniş sınırlarına ulaşmıştır. 1929-1930 Dünya Ekonomik Buhranı büyük ölçüde İngiltere’yi de etkilemiştir. II. Dünya Savaşı’ndan sonra ise dengeler tamamen değişmiş, İngiltere pek çok denizaşırı sömürgesini “görünürde” terk etmiştir. Gerçekte bu sömürgeler ve daha fazlası, “yeni sömürgecilik” adı altında halen İngiltere’nin güdümündedir.
Anglosakson Irkçılığı ve Sözde Bilimsel Kılıfı
Irkçılık, geçmiş tarihlerden beri var olmuş ve genellikle ülkeler ve milletler üzerinde hegemonya arayışındaki kesimler tarafından bir araç olarak kullanılmış sahte bir inanç biçimidir.
Kaynağı ise, yine sahte ve çok eski bir inanç olan evrim teorisidir. Sümerler döneminden beri var olan bu sahte bilim, temelinde, insanların sözde hayvanlardan türediği ve bazılarının çok, bazılarının ise az geliştiği gibi basit, bir o kadar da sahte iddiaya dayanır.
Evrim düşüncesinin ürünü olan insanın güya “gelişmekte olan bir hayvan” olduğu iddiası yaygınlaşınca insan hayatı değersizleştirilmiş, “bazı insanların diğerlerinden daha fazla geliştiği” iddiasıyla da, bir kısım hastalıklı beyinlerde, çeşitli ırklar üzerinde hakimiyet arzusu pekişmiştir.
Sümerlerden bu yana var olan evrim inancı, eski Mısır’da da kendini göstermiştir. Hz. Musa (as) ile mücadele içinde olan Firavun (II. Ramses) bu sebeple kendisini ilahlaştırmış ve İsrailoğullarına karşı üstünlük iddia etmiştir. Firavun’un bu üstünlük iddiası, Kuran’da şu şekilde tarif edilmiştir:
Firavun, kendi kavmi içinde bağırdı; dedi ki: “Ey kavmim, Mısır’ın mülkü ve şu altımda akmakta olan nehirler benim değil mi? Yine de görmeyecek misiniz? Yoksa ben, şundan daha hayırlı değil miyim ki o, aşağı (sınıftan) bir zavallı ve neredeyse (sözü) açıklamadan yoksun olan (biri)dir.” (Zuhruf Suresi, 51-52)
Böylelikle kendi kavmini küçümsedi, onlar da ona boyun eğdiler. Gerçekten onlar, fasık olan bir kavimdi. (Zuhruf Suresi, 54)
Hiçbir bilimsel delili olmayan evrim fikrini ortaya atan ve tarih boyunca da kesintisiz olarak bir üstünlük iddiası adına kullanan ise elbette İngiliz derin devletidir.
Oysa evrim iddiası tümüyle bir aldatmaca, tarihin en büyük bilim sahtekarlığıdır. Canlılar evrimleşmemiş, yaratılmışlardır. Bilim dallarının tümü, canlıların aniden, mükemmel özellikleriyle ortaya çıktıklarını göstermektedir. Mikrobiyoloji ve genetik, tek bir proteinin dahi kendi kendine meydana gelemeyeceğini açıkça ortaya koyarken, 700 milyondan fazla fosil canlıların evrimleşmediklerini ilan etmiştir. 700 milyon fosilin arasında tek bir tane bile ara geçiş fosili yoktur. Bu fosillerin tümü, canlıların milyonlarca yıl önce bugünkü görünümleriyle var olduklarını ispatlamıştır.
Dolayısıyla insan, hayvandan türemiş olan başıboş, amaçsız, şuursuz ve sorumsuz bir varlık değildir. İnsan, Allah’tan bir ruh ile yaratılmıştır, dünyada bir imtihan ortamındadır ve yaptıklarından sorumludur. İnsanın Allah’ın ruhunu taşıdığı ayetlerde şöyle belirtilmiştir:
Hani Rabbin meleklere demişti: “Ben, kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan bir beşer (insan) yaratacağım. Ona bir biçim verdiğimde ve ona Ruhum’dan üfürdüğümde hemen ona secde ederek (yere) kapanın.” (Hicr Suresi, 28-29)
Evrim düşüncesi, eski Mısır’dan beri var olan bir sahte inançtır. Firavun da kendisini ilahlaştırmış ve İsrailoğullarına karşı üstünlük iddia ederek onları köle olarak kullanmıştır. |
Yaratılmış ilk insan olan Hz. Adem (as)’dan bu yana, tüm insan toplulukları, kendilerine doğruyu getiren peygamberleri ve medeniyetleriyle birlikte var olmuşlardır. “İlkel insan” hiçbir zaman olmamıştır; bu bir safsatadır. Her ırk, Hz. Adem (as)’ın soyundandır. Dolayısıyla, bir ırkın diğeri üzerinde üstünlük iddia etmesinin ne mantığı ne de vicdani bir haklılığı vardır. Asıl önemlisi bu iddia, Allah’ın Katında tümüyle geçersizdir.
İngiliz derin devleti, işte bu gerçeğe savaş açmış olduğundan, evrim teorisini, bilim tarafından tamamen yalanlanmasına rağmen tarihin en eski dönemlerinden bu yana kendi kirli stratejisi için bir koz olarak kullanmıştır.
Eski Sümerler ve Mısırlılardan beri var olan bu Deccal yalanı, özellikle 19. yüzyılda, İngiliz derin devleti tarafından daha organize bir şekle dönüştürülmüştür.
Bu dönem, İngiliz derin devletinin sömürgeler yoluyla dünya hakimiyetini en güçlü hale getirdiği dönemdir. İngiliz derin devletinin kolonilerde gerçekleştirdiği katliamlar, işkenceler, eziyetler ve diğer insanlık dışı eylemler 1800’lerin ilk yarısında İngiliz kamuoyunda büyük tepkiler oluşturmaya başlamıştır. Sağduyu sahibi İngilizler bu vahşetleri sorgulamaya başlamış ve itiraz sesleri gitgide yükselmiştir.
Ancak İngiltere’nin ekonomik ve askeri gücünü tüm dünyaya yaymasının ana kolu olan sömürgecilik düzeninin devamı İngiliz derin devleti için yaşamsal öneme sahip olduğu için İngiliz kamuoyunu yatıştıracak çözümler bulma zorunluluğu ortaya çıkmıştır.
İşte İngiliz kolonilerindeki vahşi katliamların ahlakdışı bir yönü bulunmadığını savunmak için İngiliz derin devleti önce Malthus Nüfus Teorisi’ni ortaya attırmıştır. Bu teorinin temeli olan “insan nüfusunun geometrik olarak, besin maddelerinin ise aritmetik olarak arttığı, açlığı önlemek için insan nüfusunu sınırlamak gerektiği” tezine dayanarak kolonilerdeki katliamları savunmaya çalışmıştır. Bunun İngiliz kamuoyunu sakinleştirmeye yeterli olmaması üzerine bu defa “evrim” yalanı gündeme getirilmiştir. İngiliz derin devleti, bu büyük yalanı güya “bilim” gibi pazarlayarak sömürgelerdeki insanların ilkel türler olduğunu, bunları katletmenin başka bir hayvanı katletmekten farklı olmadığını savunmuştur. Gladstone’dan Churchill’e derin devletin bütün sözcüleri bu yalanı tekrarlamıştır.
İngiliz kolonilerinde, İngiliz derin devleti himayesi altında uygulanan ırkçılık, vahşete dönüşmüştür. |
Şu an tüm dünya ülkelerinin okullarında ve üniversite kürsülerinde okutulan evrim teorisi sahtekarlığı, işte bu stratejinin bir ürünüdür. Konuyla ilgili detaylı bilgileri, kitabın 1. cildinde bulabilirsiniz.
Charles Darwin, İnsanın Türeyişi isimli kitabında, insan ırklarının sözde evrimin farklı basamaklarını temsil ettiğini ve bazı insan ırklarının, diğer insanlara göre daha çok evrimleşmiş ve ilerlemiş olduğunu iddia etmişti. Öyle ki Darwin, bazı ırkların, neredeyse maymunlarla aynı düzeyde olduğunu iddia etmişti. Irklar arasındaki bu sözde farklılık ise, Darwin’in meşhur, bir o kadar da yanlış inancı olan “yaşam mücadelesi” ile aşılabilirdi. Darwin, sözde “gelişmiş” olan insan ırklarının, sözde “gelişmemiş” olanlar üzerinde baskın olması gerektiğini savunuyordu. Böylelikle “güçlüler” sözde kayırılırken, “güçsüzler” sözde elenecekti.
Darwin’in bu çarpık zihniyetine göre kayırılmış ırklar Avrupalı beyazlardı. Asyalı ya da Afrikalı ırkların ise yaşam mücadelesinde “geri kalmış” olduklarını iddia ediyordu. Darwin daha da ileri giderek, bu ırkların, dünya üzerindeki “yaşam mücadelesi”ni yakın zamanda tamamen kaybederek yok olacaklarını ileri sürmüştü:
Belki de yüzyıllar kadar sürmeyecek yakın bir gelecekte, medeni insan ırkları, vahşi ırkları tamamen yeryüzünden silecekler ve onların yerine geçecekler. Öte yandan insansı maymunlar da … kuşkusuz elimine edilecekler. Böylece insan ile en yakın akrabaları arasındaki boşluk daha da genişleyecek. Bu sayede ortada şu anki Avrupalı ırklardan bile daha medeni olan ırklar ve şu anki zencilerden, Avustralya yerlilerinden ve gorillerden bile daha geride olan babun türü maymunlar kalacaktır.99
Hiçbir bilimsel temele dayanmayan ve tümüyle sömürü sistemini savunmak için ortaya atılan Darwin’in teorisi ve onun ırkçı yönü, 19. yüzyılın ikinci yarısında, kendine çok elverişli bir zemin buldu ve teori İngiltere’de etki oluşturdu.
Bu etkinin bir örneğini, Londra Etnoloji Derneği üyesi Dr. James Hunt’ın Newcastle’da yaptığı bir konuşmada görmek mümkündür. Hunt 1863’te Britanya Bilimi İlerletme Derneği’nin bir toplantısında “zenci”nin maymun ile “Avrupa insanı” arasında kalan ayrı bir insan türü olduğunu ileri sürmüş, ayrıca siyahilerin ancak “Avrupalıya doğal bağlılık halinde daha insani hale gelebileceğini” iddia etmişti. Konuşmasında vardığı sonuç ise “Avrupa uygarlığının zencinin karakterine uygun olmadığı” yönünde olmuştu.100
Bu mantığa göre madem ki zencilerin medenileşmesi için Avrupa’ya gelmeleri uygun değildi, o zaman İngiltere Afrika’ya giderek onları medeniyetle tanıştırabilirdi. Bu, sözde “medenileşmemiş” tüm ırklar için geçerliydi. Bu zihniyet İngiliz derin devletine, Avustralya’dan Hindistan’a, Afrika’dan Güney Amerika’ya kadar dünyanın pek çok yerinde hak iddia etme yetkisi vermişti. Mafya sistemi, aradığı sahte bilimsel temeli bulmuştu. (Tüm zencileri ve adı geçen diğer ırkları tenzih ederiz)
İngiliz derin devleti açısından bu meşrulaştırmayı tam olarak sağlayacak ırkçı yaklaşım Darwin’den sonra, 1883 yılında Darwin’in kuzeni Francis Galton’dan geldi.101 Galton, yaklaşımını, Darwin’in evrim teorisi ve doğal seçilim iddialarına bağlı kalarak oluşturdu.102
1869 yılında Hereditary Genius (Kalıtsal Deha) adlı kitabında Galton, “insanın doğal yeteneklerinin kalıtsal kökenli olduğunu”, “eşit donanımlı iki tür hayvan içinde en zeki olanın yaşam kavgasında üstün çıkmasının kesin olduğunu” iddia etmişti. Daha da ileri gitmiş ve 16 puanlı bir ırksal zeka ölçeğinde bir “zencinin bir İngiliz’den iki kademe aşağıda olduğu” iftirasını atmıştı.103
Aynı dönemde çeşitli felsefeciler de devreye girmiş, Herbert Spencer ve John Stuart Mill gibi materyalistler, toplumu, kendine özgü doğa yasalarının işleyişiyle evrim geçiren bir organizma şeklinde tanımlamışlardı. Önerdikleri aslında, Sosyal Darwinist bir toplum örneğiydi. Adam Smith ve Marks’ın kendisine kaynak olarak aldığı materyalistlerden David Ricardo, Thomas Malthus, Charles Darwin ve Herbert Spencer İngiliz derin devletinin yaptığı zulümlere toplum nezdinde sözde meşruiyet kazandırmışlardı. Bu sahte bilim dininin temelleri ise, hatırlanacağı gibi, İngiltere’de Kraliyet Akademisi (Royal Society) bünyesinde atılmıştı.
Darwin’in kuzeni Francis Galton, Hereditary Genius (Kalıtsal Deha) isimli kitabındaki sahte çizimlerle, sözde aşağı ırk inancını yaymaya çalışmıştır. |
Bu ırkçı zihniyetin sonuçları elbette korkunç oldu. İngiliz derin devleti, ülkeleri hem sömürdü, hem de bu ülkelerde dehşet yaşattı.
İngiliz Derin Devleti ve Sömürü Stratejisi
Avustralya’da Aborijinler, Afrika’da yerliler, ABD’de Kızılderililer, Asya’da Hintliler, Ortadoğu’da Araplar, İngiliz derin devletinin geliştirdiği ve insanlık üzerine empoze ettiği Darwinist mantık yüzünden dehşetli katliamlara maruz kaldılar.
Katliamlar ve savaşlar, “Anglosakson ırkının üstünlüğü” gibi bir sahtekarlığı ortaya atan İngiliz derin devleti tarafından sürekli olarak teşvik ediliyor ve güya meşrulaştırılıyordu. Öyle ki, 1911’de London University College’da Galton Öjenik Kürsüsü’nün başına geçen Profesör Karl Pearson, diğer pek çok sosyal Darwinist gibi hayatın bir kavga olduğunu bu nedenle de savaşın doğal seçilimin bir biçimi olduğunu savunmaktaydı. Pearson “devlet eliyle” yapılacak bir savaşın makul olduğunu, çünkü böylelikle sözde üstün ırkın galip gelip yaygınlaşacağını iddia etmişti:
Ulusal ilerleme ırksal zindeliğe bağlıdır ve bu zindeliğin en yüksek ölçüsü savaştır. Savaşlar bittiğinde insanoğlu artık ilerleyemez; çünkü düşük soydan gelenlerin doğurganlığını önleyecek hiçbir şey kalmaz.104
Pearson, 1912 yılında yaptığı “Darwinism, Medical Progress and Parentage” (Darwinizm, Tıbbi İlerleme ve Ebeveynlik) başlıklı konuşmasındaki, “Yaşama hakkı her insanın kendi soyunu sürdürme hakkı anlamına gelmez” şeklindeki savı ile zayıf, sözde “aşağı ırktan” olan bir kişinin hayatta kalmasını sağlamanın kabul edilemeyeceğini savunmaktaydı.105
Darwinist sahtekarlığı baz alarak üretilen bu düşünce şekli, İngiliz derin devletinin başlatmak istediği savaşlara ve yapmak istediği insanlık dışı katliamlara gerekli olan bahaneyi fazlasıyla sağlamıştır. İngiliz derin devletinin yaydığı tüm sapkınlıklar ve getirdiği tüm belalar için, daima önceden bir ideolojik altyapı hazırlama arayışında olduğu bilinmelidir. İngiliz derin devleti, sahte ideolojilerle önce beyinleri köreltmekte, ardından empoze ettiği ideolojiyi uygulamaya geçirmektedir. İngiliz derin devletinin tutuşturduğu ve şu an halen devam eden terör ve savaşlar da, işte bu sapkın altyapı ile zemin bulmuştur.
İngiliz derin devletinin “ilkel” veya “medenileşmemiş” yakıştırmalarındaki kelime oyunlarına da dikkat etmek gerekmektedir. Tarihin her döneminde medeniyetle iç içe yaşamayı tercih eden veya doğal bir yaşam düzeni oluşturmayı isteyen insanlar olmuştur. Fakat bu, insanların bir kısmının diğerlerinden “ilkel” olmalarından kaynaklanmamaktadır. “İlkel toplum” yakıştırması, İngiliz derin devletinin kurguladığı bir senaryodur. Topluma sunulan görseller, çizilen resimler ve anlatılan hikayelerle bu senaryo pekiştirilmiştir. Bu özel bir stratejidir; keza İngiliz derin devleti, “medenileşmemiş ilkel toplumları medenileştirme” kılıfı altında sömürü politikasını sorgusuz sualsiz uygulamıştır. Önce toplum üzerinde bu sapkın fikrin ideolojik altyapısı oluşturulmuş, sonra yapılan vahşi uygulamalara hiç itiraz gelmemesi sağlanmıştır.
Yapılan tüm “ilkel Afrika” propagandalarının büyük bir göz boyama olduğunu, İngiliz tarihçi Niall Ferguson şu şekilde açıklamıştır:
Afrika aslında sandıkları kadar ilkel olmaktan bir hayli uzaktı. Sahra altı Afrika, ilk İngiliz gezginlerinden birinin ifadesiyle “haşin bir karmaşa” içinde olmak şöyle dursun, çok sayıda devleti ve ülkeyi barındıran bir bölgeydi. Bunlardan bazıları aynı dönemin Kuzey Amerika’daki veya Avustralya’daki koloni öncesi toplumlarına göre ekonomik bakımdan bir hayli ileriydi. Bugün Mali’deki Timbuktu ve Nijerya’daki Ibadan gibi oldukça zengin şehirlerde, altın ve bakır madenleri, hatta bir dokuma sanayi vardı.106
Ferguson kitabında, İskoç misyoner ve gezgin David Livingstone’un gözlemlerini şöyle aktarmıştır:
(Livingstone) şöyle diyordu: “(Afrikalılar), beyaz komşularından çoğu zaman daha bilgeler … Birkaç istisna dışında bana hep nazik davrandılar; hatta daha merkezi kabileler o kadar medeni bir tavra sahipti ki … sıradan bir sağduyu ve saygı anlayışına sahip bir misyonerin onlardan saygı göreceğine hiç şüphem yok.” Yine “Afrikalıların zihin ya da gönül olarak yetersiz olduğuna” inanmadığını ve Afrikalıların en medeni insanlardan “farklı bir tür” olduğu tezini destekleyecek hiçbir neden görmediğini de belirtiyordu.107
Buna karşın İngiliz derin devleti, “medenileştirme” iddiası ile Afrika’yı ve dünyanın çeşitli yerlerini istila etmiştir. Dünyanın dört bir tarafında gerçekleştirdiği vahşi işgallerle yerel halklara karşı acımasız imha savaşları ve çatışmalar yürütmüştür.
1878 yılında Avustralya’yı ziyaret eden İngiliz Romancı Anthony Trollope’nin şu anlatımı, sömürgecilerin yerli halka bakış açısını açıkça göstermektedir:
[Bir yargıca] ortamın baskısıyla çalılıkta siyah bir adamı vurmak zorunda kalırsam … bana ne yapmamı tavsiye edeceğini sordum. En yakın polis karakoluna mı gitmeliydim?… Yoksa sanki ölümcül bir yılanı öldürmüşçesine … sevinerek yoluma devam mı etmeliydim? Tavsiyesi açık ve dehşet vericiydi: “Bir aptal dışında hiç kimse bu konuda sana bir laf etmez.”108
İngiliz derin devleti tarafından kamuoyuna sunulan görseller ile “Dünyayı biz medenileştireceğiz” imajı verilmeye çalışılmıştır. Oysa sömürülen topraklarda sadece acı ve aşağılanma vardır. |
Sömürgelerde İngiliz Hayranları
Sömürülen ülkelerin halkları, kuşkusuz İngiliz derin devleti için bir sorundur. Buralarda gelişen milliyetçi fikirler sürekli olarak İngiliz derin devletinin karşısına çıkmakta, “beyaz adamın” vahşetinden kurtulmak isteyen vicdanlı topluluklar, sömürü sistemine başkaldırmaktadır. Dahası halkın içinde, kendi ülkelerini haksızca sömürmek için gelen kişilere karşı yoğun bir nefret vardır. Ancak sömürü imparatorluğunun uzun ömürlü olabilmesi için, halkın kısa sürede İngiliz taraftarı bir hale getirilmesi ve “beyaz adamı” bir efendi gibi görmesi hedefi vardır.
Bunun sağlanması için İngiliz derin devletinin başvurduğu temel yöntem yine provokasyon ve şiddet olacaktır. Beyinleri sahtekarlıklarla provoke etme işlemi için de özel bir eğitim gerekecektir.
Önce milliyetçi fikirler ortadan kaldırılmalıdır. Kitabın birinci bölümünde tanıttığımız, İngiliz istihbaratçı yazar Aldous Huxley’in Brave New World (Cesur Yeni Dünya) isimli romanını hatırlayalım. Bu romanda Huxley, tamamen yeni bir hayat biçimi kurgulamış ve robot haline getirilen halkın kolayca yönlendirilebilir olması için ilk olarak tarih yok edilmiştir. Tarihte neler yaşandığını hiç bilmeyen bu insanların uğruna mücadele edebilecekleri bir devlet ve milletleri de olmamakta ve bu insanlar, dünyada var olmuş tek toplum modelinin, içinde bulundukları toplum olduğunu zannetmekte ve yalnızca buna saygı duymaktadırlar.
İngiliz derin devleti, bu istihbarat tüyosunu sömürge birimlerinde uygulamaya geçirmiş ve toplumları, adeta geçmişleri olmayan veya kendi geçmişlerinden nefret eden, sadece kendisine bağımlı olan halklar haline getirmiştir. Bu yolla, toplumların, kendilerine özgü bir kültür oluşturma fikrinin de önüne geçilmiştir. Sömürge öncesi döneme geri dönme arzusu, bu yolla toplumlardan arındırılmıştır.109
Araştırmacı yazar Yardımcı Doç. Dr. Veli Sırım, bu asimilasyon stratejisini şu şekilde tarif etmiştir:
Hindistan’daki bu sistem (sömürü sistemi) ortaya konulurken temel bir hedef belirlenmişti: Hint tarihi. İngilizlerin Hindistan’daki yerleşik kültürü istedikleri şekilde değiştirme gayretleri öncelikle tarihin unutturulmasına odaklandı. Başta eğitim olmak üzere, pek çok propaganda yoluyla tarih kötülendi. Sürekli olarak ve yoğun bir şekilde gelen telkinler sonuç verdi ve insanlar kendi geçmişlerinden utanır, kendi tarihlerine nefretle bakar hale geldiler.110
Sömürge halklarına milli tarihleri unutturulduğunda, bunun yerine İngiliz dili, kültürü ve yaşam felsefesi konmuştur. İngiliz derin devleti bunu, Macaulayizm olarak adlandırılan bir eğitim sistemiyle gerçekleştirmiştir.
Thomas Babington Macaulay |
Macaulayizm ya da Macaulay Formülü, ismini Hindistan’ı, “daha üst eğitimin sağlanması” için İngilizce ile tanıştıran Baron Thomas Babington Macaulay’dan almıştı. Bu planın hedefinde, sömürge halklarının milli değerleri yok edilerek, bunun yerine İngiliz dili, yaşam felsefesi ve kültürünün yaygınlaştırılması; bunu yaparken de bir yandan “üstün İngiliz” fikrinin empoze edilmesi vardı. Plana göre, sömürge ülkeleri, kendilerinden sözde çok daha üstün bir ırk tarafından yönetildiklerine kanaat getirecek, onların kültürlerine özenecek ve onlara itaat edecekti.
Bu yanlı eğitim, onları kolaylıkla İngiliz derin devletinin yönlendirebileceği bir piyon topluluk haline getirebilecekti. İngiliz derin devletinin sömürgelerdeki varlığının bu şekilde devam ettirilmesi planlanmıştı. Sömürgecilik Tarihi isimli kitapta bu strateji, şu şekilde tarif edilmiştir:
…Sömürge topraklarında kalıcı olabilmek ve mahalli bürokratik ihtiyacı karşılayabilmek için geleneksel eğitim kurumlarının tahrip edilerek sınırlı sayıdaki insana verilen Avrupai eğitim sonucu ortaya çıkan asimile edilmiş aydın tipi (Macaulayizm) oluştu. Böylelikle uzun bir süreçte İngilizcenin yerleştirilmesi, yeni ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal altyapının tamamen İngiltere’ye bağlı olmasına yol açmıştır.111
Şunu belirtmek gerekir: İngiliz dili, kibar ve güzel bir dildir. Dünya çapında öğrenilmesinin teşvik edilmesi ve İngilizce kültür kaynaklarından faydalanılabilmesi oldukça önemlidir. İngiliz halkı ise genel anlamda saygıyı ve görgüyü iyi bilen; kalite ve sanattan hoşlanan; kadına, estetiğe ve bilime değer veren nezih insanlardır. Onların nezih ve seçkin kültürünün diğer toplumlarda da görülmesi ve yaşatılması aslında bir güzelliktir. Bu, her zaman teşvik edeceğimiz, güzel bir kültürel atak olacaktır.
Fakat burada kastettiğimiz ve eleştirdiğimiz asimilasyon ya da daha somut ifadeyle “İngilizleştirme”, bunun ötesinde bir kavramdır. Burada toplumların, kendi milli benliklerini kaybetmeleri ve sözde “üstün İngiliz” kültürüne hayran kalmaları beklenmektedir. Bu hayranlığın oluşturulma amacı, bu toplumların kendilerini “aşağı ırk” olarak hissetmelerinin sağlanması ve böylelikle İngiliz derin devletinin bir uşağı haline gelmeleridir.
Macaulayizm fikrinin babası tarihçi Thomas Babington Macaulay, 1835 yılında yazdığı Hindistan‘daki Eğitim Üzerine Rapor adlı ünlü denemesinde, bu yöntemle İngilizleşen Hintlilerin üstleneceği görevi şöyle anlatmıştır:
İngilizce öğrenimi, “kan ve deri rengi bakımından Hintli” olan yerlileri “beğeni, kanaat, ahlak ve zeka bakımından İngiliz” haline getirecek şekilde eğitim verecektir.112
Sömürgelerdeki İngiliz eğitim sistemi, yerli halkı ve onların kültürlerini küçük görmüş, hatta kendince aşağılamıştır. Kolonyalizm konusunda uzman olan Hintli Profesör Ania Loomba bir kitabında bu kültürel aşağılamayı şöyle aktarmaktadır:
…yerli düşünsel üretim ya tamamen küçük görülmüş (Afrika’da olduğu gibi) ya da asırlık bir geçmişin niteliği olarak görülmüştür (Hindistan’da olduğu gibi). Kolonileştirilmiş olan toplumların, kendilerine ait bir kültür mirasının olduğu kabul edilsin ya da edilmesin, bunlar, bağımsız bir çizgide gelişim göstermeyi hak eden birer toplum olarak görülmemişlerdir.113
Kastedilen olmuş, İngiliz derin devletinin asimilasyon politikalarıyla İngilizleştirilen bir kısım sömürge insanı, İngiliz çıkarları uğruna kendi kültürüne ve ülkesine ihanet eder hale gelmiştir. Bu sorun, sömürge döneminde de var olmuştur; şu anda da aynı hızda devam etmektedir. İngiliz derin devleti, geçmişte kurguladığı bu yöntemle, tarihin her döneminde çeşitli ülkelerden devşirebileceği yancılar bulabilmiştir. Bu yancılar, kimi zaman kendi ülkelerinin yakılıp yıkılmasında, kanlı darbelerde, kimi zaman da ülkelerinin ekonomik anlamda çökertilmesinde başrolü oynamışlardır. Bu konuya ilerleyen bölümlerde detaylı olarak değinilecektir.
Sömürgelerde Darwinist Eğitim
Toplumları, daha önce bilmedikleri sınıf mücadelesi, ırkçılık ve üstün ırk gibi sahte kavramlara alıştırabilmek için, derhal Darwinizm yalanı devreye sokulur. Darwinizm sahtekarlığı bir kere zihinlere yerleştirildiğinde, bunun “reddedilemez bir bilim” olduğu iddia edildiğinde ve bu sahtekarlık İngiliz derin devletinin kurumları tarafından adeta dayatmalar yoluyla korunduğunda, toplumlar bu zehrin etkisi altına çabuk girmektedirler.
İngiliz derin devletinin stratejisi bellidir: Tek yanlı eğitim. İnsanların “bilim” adına karşılaştıkları tek şey Darwinizm olmaktadır. Bunu reddetmek, suç sayılmaktadır. Darwinist eğitimle yetişen toplumlar, sosyal Darwinizm’in de bir “yaşam şekli” olduğu telkinini aldıklarında, kendilerini gelişmemiş bir ırk olarak kabul etmekte sakınca görmemeye başlarlar. Bir toplum için en sakıncalı bakış açısı işte budur. Kendisini aşağı gören bir toplum, artık tamamen sömürülmeye açıktır ve İngiliz derin devletinin himayesine girmiş demektir.
Sahte evrim teorisinin iddiası olan, maymun benzeri canlıdan insana geçiş, hiçbir zaman yaşanmadı. |
Sömürgelerde Darwinizm fikrinin benimsetilmesinde İngiliz etnologları (geçmişte yaşamış ve halen yaşamakta olan kültürleri inceleyen bilim insanı) ve antropologları kilit bir rol oynamışlardır. Onlar sayesinde sömürge yöneticileri, yerel beyaz yerleşimciler ve İngiltere’deki kamuoyu, ırksal üstünlük iddiasını kolaylıkla benimsemiştir. Özellikle 1863 yılında Londra Etnoloji Derneği’nden ayrılarak Londra Antropoloji Derneği’ni kuranlar, zencilerin sözde doğuştan aşağı bir ırk olduğunu ve ayrı bir kökenden geldiğini savunmuşlardır.114 Derneğin üyeleri, türlerin fiziksel ölçümü (bu yöntem bugün kafatasçılık olarak nitelendirilmektedir) ve sınıflandırmalar yapan araştırmalar yürütmüşlerdir. Bu araştırmalar, sömürge idarecilerinin ırkçı politikalarının savunuculuğunu yapmalarına yol açmıştır.115
Royal Anthropological Institute, bugün hala farklı türlerin varlığını sahte evrim teorisine dayandırmaktadır. İnternet sayfası, geçmişteki korkunç ırkçılık örnekleriyle doludur. |
1871 yılında, iki antropoloji topluluğu da Büyük Britanya ve İrlanda Antropoloji Enstitüsü adıyla tek çatı altında birleşmiştir. Bu kuruluşun günümüzdeki adı Royal Anthropological Institute – RAI’dir (Kraliyet Antropoloji Enstitüsü).116 Enstitü, bugün hala farklı türlerin varlığını güya evrim teorisine dayandırmaktadır ve Darwinist görüşü savunanları ödüllendirmektedir. 2006 yılında ödüllendirilen Prof. Leslie Aeillo’nun “Diyet, enerji ve insanın evrimi” başlıklı çalışması bunlardan sadece biridir.
Söz konusu İngiliz etnologlar ve antropologlar sömürgelere gitmiş, burada çalışmalar yapmışlardır. Bu çalışmalarda yerlilerin varlıkları ve toplumsal düzenleri kayıt altına alınmıştır. Antropologlar gittikleri yerlerde araştırmalarının yanı sıra idari bir görev de üstelenmişlerdir. Bu görev, sömürge yöneticilerine yerel halklarla ilgili edindikleri bilgileri aktararak onları “eğitmektir”.117 Bu eğitim, Darwinizm temelli bir eğitim olacaktır. Bu amaçla gerek yerel yöneticilere gerekse Londra’daki merkezi hükümete çok sayıda rapor sunmuşlardır. Sosyolog ve aynı zamanda bir ekonomist olan Gana Devlet Başkanı Kwame Nkrumah, bu raporların amacını şöyle açıklamıştır:
Afrika çalışmaları uzmanları yazılarının içeriğini ve yönünü değiştirdiler; Afrika toplumu hakkında sömürgeciliği bir uygarlık vazifesi olarak mazur kılmak için kullanılan raporlar vermeye başladılar. Bu yazıların en övgü dolu olanları bile nesnellik ve gerçeklikten uzaktı.118
Antropolog sömürgeciler, İngiliz derin devleti açısından önemli olan iki vazifeyi yerine getirmişlerdir. Bunlardan ilki; sömürgeciliği, Anglosaksonların uygarlığı yayma çabası olarak meşrulaştırmış ve bu sayede yerlilerin, İngiliz derin devletine itaatini sağlamışlardır. İkincisi ise; raporlarını evrimci anlayış ile hazırladıkları için, bu belgeler, sözde “üstün Anglosakson ırkı” inancını destekleyen birer malzeme olmuştur. Bu sayede İngiliz derin devletinin ortaya attığı “üstün ve uygar olan Anglosakson soyunun aşağı-ilkel insanları yönetmeye yetkili olduğu” şeklindeki iftira niteliğindeki iddiası, güya bilimsel bir zemine oturtulmuştur. İngiliz derin devleti için sömürge ülkeleri üzerindeki hakimiyet, bundan sonra çok daha kolay olmuştur.
İngiliz derin devletinin siyahileri köle olarak sattığı bir dönemde Osmanlı’da böyle bir sahte ırk mücadelesi asla yoktu. (Solda) Osmanlı’da, dünyanın ilk siyahi pilotu Ahmet Ali Efendi |
Eğitim Yoluyla Devşirilen Sadık Hizmetkarlar
“Sınıf mücadelesi” fikri, Darwinist eğitimin en önemli sosyal felaketlerinden biridir. İngiliz derin devleti, Darwinist ideolojiyi sömürge ülkelerinde güçlü kılabilmek için, “üstünlük” kavramının, sadece İngilizlerle sömürülen ülkeler arasında değil, sömürülen ülkelerin kendi içinde de olduğu fikrini yaygınlaştırmıştır. Bu, iki sonuç vermiştir. Birincisi; halk, Darwinist ideolojiye bağlılığını güçlendirmiş ve bunun sosyal hayatta uygulanabilirliği olduğuna inanmıştır. İkincisi ise; toplumlar parçalanmış, birbirlerine düşmüş ve sınıf mücadelesi, toplumların kendilerini içten çökertmelerine zemin hazırlamıştır. Bu, deccali sistem olan İngiliz derin devletinin en bilindik oyunudur.
İngiliz derin devleti, sömürge toplumlarında kurduğu eğitim sistemi ile yerli halkın içinde zengin ve elit bir kesim oluşturmuştur. Elit kesim zenginliğini ve toplum içindeki elit konumunu, İngilizlere borçlu olduğuna inanarak bu durumunun bozulmaması için onlara sadakat göstermeye devam etmiştir. Hatta bu sınıf, sömürge içinde, İngiliz derin devletinin hakimiyetini sarsacak gelişmelerin önünde gönüllü bir biçimde set oluşturmuştur.
İngiliz tarihçi Niall Ferguson, sömürgelerde eğitim yoluyla seçkin bir tabaka yaratmanın İngiliz İmparatorluğu’na sağlayacağı faydaları şöyle anlatmıştır:
Britanya yanlısı bir Hint elit tabakasının çıkışının anahtarı eğitimdi. Britanyalıların Hintlilere ilk başta kararsız olmalarına karşın, birçok Hintli –özellikle de yüksek kasta mensup Bengalliler– yeni efendilerinin dilini konuşmanın ve kültürünü anlamanın yararlarını çabuk sezdi. Daha 1817’de Kalküta’da Batı eğitimine hevesli Bengalliler tarafından bir Hindu Yüksek Okulu kuruldu; Avrupa tarihi, edebiyat ve doğa bilimleri dersleri veren okul, aynı türden birçok kurumun öncüsü oldu.119
İngiliz tarihçi Alfred Comyn Lyall, Hindistan’da görevli iken İngiliz İçişleri Bakanlığı’na yazdığı bir mektupta, bu eğitim seferberliğinden beklentilerini şöyle açıklamıştır:
…daima İmparatorluğumuzun olası geleceğini düşünüyorum ve onu, günümüzün mekanik süreci yoluyla okullar ve misyoner toplulukları kurarak, muazzam bir milleti, uygarlaştırabilecek şekilde tasarlamaya çalışıyorum. Aynı zamanda onları (sömürge halklarını) uygarlaştırıp özgürlüğün ve Avrupa bilimlerini kullanmanın faydalarını onlara öğrettikten sonra, onları nasıl boyunduruğumuz altında tutacağımızı ve yönetimin tüm yüksek kademelerini kendimizde saklı tutmanın onların kendi iyilikleri için olduğuna nasıl inandıracağımızı bulmaya çalışıyorum.120
Londra’daki School of Oriental and African Studies’da (SOAS – Oryantal ve Afrika Çalışmaları Okulu) öğretim üyeliği yapmış olan Prof. Stephan Feuchtwang, The Colonial Formation of British Social Anthropology (Britanya Sosyal Antropolojisinin Sömürgeci Oluşumu) isimli çalışmasında, “Amaç yerli otoritesi içerisinde kontrol edilen ama güçlü, zengin ve halinden memnun olan, bağlı ve bağımlı bir müttefik yaratmaktır“121 diyerek İngiliz derin devletinin sömürgelerdeki eğitim stratejisinin amacını açıklamıştır.
Sierra Leone’de İngiliz yönetimi tarafından görevlendirilen yerel idareciler, İngiliz derin devletinin destekçisi ve savunucusu haline getirilmişlerdir. |
Aslında sömürgelerdeki söz konusu devşirme yöntemi, İngiliz derin devleti için bir bakıma geleceğe yatırımdır. İngiliz derin devletinin, hedeflerini hep sonraki on yılları da içine alan bir proje dahilinde geliştirdiğini belirtmiştik. İşte bu zihniyet, sömürge toplumlarının, sonraki yıllarda da İngiltere’ye ve özellikle İngiliz derin devletine hizmet etmelerini sağlamıştır. Sömürgecilik Tarihi kitabında bu gerçek, şöyle ifade edilmiştir:
Bu durum, sömürge ülkelerini, bağımsızlıklarını kazandıktan sonra da İngiltere eksenli bir ekonomik, siyasal ve kültürel hayata zorlamaya devam etmektedir. İngiliz sömürgeciliği, keza bağımsızlığını elde eden ülkelerden ayrılırken bıraktığı siyasal ve ideolojik mirasla, bu ülkelerin milli birlik oluşturma potansiyellerini büyük ölçüde devre dışı bırakmış ve örneğin Güney Asya ve Orta Doğu’da olduğu gibi uzun vadede çözülemeyecek pek çok siyasi, dini, etnik problemi geride bırakarak nüfuzunun devamını amaçlamıştır.122
Bu, oldukça gerçekçi bir analizdir. Pek çok kesim, İngiltere’nin sömürgelerden çekilmesiyle sömürgeciliğin sona erdiği yanılgısına düşmüştür. Fakat İngiliz derin devletinin sömürgelerden çekilmesi ve söz konusu ülkelerin elde ettiği “bağımsızlık”, sadece bir göz boyamadır. İngiliz derin devleti, bağımsızlığını kazanmış ülkeleri farklı yollardan sömürmeye devam etmişti. Yeni sömürgecilik, eskisinden de çok zulüm getirmiş müthiş bir vicdansızlık ve adaletsizlik sistemidir.
İngiliz Derin Devletinin Sömürge İmparatorluğu
İrlanda
İngilizler ile İrlandalıların etnik kökenleri farklıdır. İngilizler, Anglosakson kökenli; İrlandalılar ise Kelt kökenlidir. Keltler, Britanya adalarının tarihindeki en eski yerli halktır. Anglosaksonlar ise Germenlere bağlı bir halktır ve Britanya adasına 5. yüzyıldan sonra göç etmeye başlamışlardır.123 Bu göç ile birlikte Anglosaksonlar, Keltler üzerinde hakimiyet kurmaya başlamışlardır. Yani İrlandalılar, adanın en eski yerleşimcileri olmasına rağmen, İngilizlerin ilk sömürgesidir. Buna rağmen İrlanda, diğer kolonilerin 1880’lere doğru kazandığı haklara en son kavuşmuştur.124
İngilizler adaya geldiklerinde Britanya’nın yerli dili olan Gaelic’i benimsememiş, yerine daha sonra İngilizce olacak olan Anglosaksonca’yı kullanmışlardır.125 İrlandalılar ise büyük ölçüde dillerini ve kimliklerini korumuşlardır. İngiliz derin devleti, bu nedenle İrlandalıları ilk baştan beri hasım olarak görmüştür.
İngilizlerin çoğu Protestan, İrlandalıların çoğu Katolik’tir; dolayısıyla bu iki milletin sadece soyları ve dilleri değil, mezhepleri de başkadır.126
İngiliz derin devleti için, kendi dininin hakimiyetine alamadığı bir topluluğun varlığı daima sorun teşkil etmiştir. Kuşkusuz İngiliz derin devleti için bu konu, kendi dinini kutsal görmesinden çok, bir topluluğu her bakımdan hakimiyeti altına alması anlamında önemlidir. İngiliz derin devleti için “Protestan olmak”, bir dinden çok, sözde “üstün ırkı” temsil etmektedir.
Evrim teorisinin yaygınlaştırılması ile ırkçılığın zirve yaptığı dönemde, bu aşağı görme politikası son derece artmıştır; öyle ki, İngiliz derin devletinin telkini ile İrlandalılar sözde “beyaz maymunlar” olarak tanımlanmışlardır. (İrlanda ırkını tenzih ederiz)
Özellikle 16. ve 17. yüzyıllarda İngiltere Krallığı, İrlanda plantasyonlarına el koymuş ve bu bölgelere İngiliz yerleşimciler yerleştirilmiştir. (Plantasyonlar, bir bölgedeki çiftlik sahibinin mutlak egemenliğinde yönetilen, köle işçilerin çalıştırıldığı ekonomik ve siyasi kurumlardır.) Artık bu tarihten sonra İrlanda plantasyonlarında İrlandalılar serf olarak, yani bir nevi köle olarak çalıştırılmaya başlanmıştır. Bir başka deyişle İrlandalılar, kendi topraklarında köle konumuna getirilmişlerdir.
Plantasyonlar, 18. yüzyılda bitse de İrlandalıların kölelik döneminden beri gelen fakirlikleri sona ermemiştir. İngiliz derin devleti, plantasyon düzeni bitmeye başlarken, yani 17. yüzyıldan itibaren, bu bölgelerde Protestan bir yönetici sınıf oluşturmuşlardır. Yüzyıllarca köle olarak kalmış olan Katolik İrlandalılar ise, İngiliz derin devletinin bu uygulamaları neticesinde toplumun en alt sınıfı haline getirilmişlerdir.
İrlandalılar, 1829 yılında, üzerlerindeki kısıtlamaların büyük ölçüde kaldırıldığı “Emancipation Act” Serbesti Yasası yürürlüğe girene kadar Birleşik Krallık içinde ikinci sınıf insan muamelesi görmüşlerdir. Toprak edinememiş, okul açamamış ve Parlamento’ya girememişlerdir. Kısacası Birleşik Krallık, İrlandalıların öz toprakları olmasına rağmen, burada onlara tamamen sömürge vatandaşı muamelesi yapılmıştır. Yasadan sonra ülke içindeki ekonomik sınıflar bir anda değişmemiştir. İrlanda halkı, zengin İngiliz toprak sahiplerinin işçileri olarak yoksul bir biçimde yaşamaya devam etmiştir.
İrlanda halkı, kendi topraklarında sömürge vatandaşı olarak yaşamış ve suni oluşturulan kıtlıklarla boğuşmuştur. |
Kıtlığa Terk Edilen İrlandalılar
Önceki bölümde vurguladığımız gibi, Thomas Malthus’un, sözde nüfus kontrolüne dayanan ve gerçekte hiçbir bilimsel dayanağı olmayan tezini ortaya atmasının sebebi, İngiliz derin devletinin sömürgelerde yaptığı katliamlara ve açtığı savaşlarda yaşanan sivil kayıplara meşruiyet kazandırma çabasıdır.
Malthus’un mantığa göre, bir tarihten sonra sözde dünyadaki besin kaynakları insanlara yetmeyecek duruma gelecektir. Bu bilimsellikten uzak tezden yola çıkarak Malthus, insanların sürekli olarak kıyasıya bir yaşam mücadelesi içinde olmaları gerektiğini savunmuştur.
Malthus, bu sahte iddiadan yola çıkarak, dünyada bir mücadele ortamının şart olduğunu, bu sayede insan nüfusunun azalacağını ve böylelikle kaynaklarla insan sayısının dengeleneceğini öne sürmüştür. Darwinist Malthus’a göre çatışma, doğanın bir mekanizmasıdır. İngiliz derin devletinin sömürgelerinde ve savaşlarında yaşanan can kayıplarının, bu nüfus-besin dengesine katkı sağlaması anlamında sözde yararlı ve meşru olduğunu söylemeye çalışmıştır.
Malthus’un sahte fikirleri doğrultusunda masum insanlar, kaynakları ellerinden alınarak ölüme terk edilmişlerdir. |
Oysa, ne çatışma doğanın vazgeçilmez bir mekanizmasıdır ne de dünya kaynaklarının oranı dünya nüfusu ile oransızdır. Malthus’un insan nüfusu ve besin kaynakları konusundaki saçma teorisinin hiçbir bilimsel geçerliliği olmadığı bugün kanıtlanmış durumdadır.
Henüz hiç nüfus sayımı yapılmamış bir toplulukta nüfus artış oranının hesaplanması imkansızdır. Bu hesaplama için birkaç sene aralıkla en az iki nüfus sayımı yapılmış olması gerekir ki kıyaslanarak artış oranı tespit edilebilsin. (Gerçekçi bir analiz için sadece iki yılın kıyası da yeterli olmayacaktır) Dolayısıyla Malthus’un döneminde böylesine bilimsel bir analizin yapılmış olması mümkün değildir. İnsan nüfusunun artış oranı ile besin kaynaklarının artış oranındaki orantısızlık iddiası, görülebildiği gibi, sadece İngiliz derin devletinin iğrenç katliamlarını mazur gösterebilmek için ortaya atılmış bir yalandır. Keza şu an yapılan değerlendirmeler, yeryüzü besin kaynaklarının, dünyanın şu anki nüfusunun neredeyse iki katına dahi yetecek oranda olduğunu gözler önüne sermiştir.127
Dahası, böyle bir sorun baş göstermiş olsaydı bile, bunun çözümünün kıyasıya katliamlarda değil, karşılıklı yardımlaşmada olduğu açıktır. Kıtlık ve yoksulluk bir bencillik sorunudur. Kitleler ellerindeki para ve malları kilit altında tuttuklarında, ekonomi donmakta ve bu kilitlenmişlik topluma bir ekonomik felaket olarak yansımaktadır. İnsanlar kendi ellerinde saklamayıp paylaştıklarında, dağıttıklarında ve bütün imkanlarını açıp Allah’a şükrettiklerinde ekonomi canlanmakta, üretim ve tüketim sürmekte, kıtlık ve yoksulluğun iktisadi zemini ortadan kalkmaktadır. Yüce Allah bu dünyayı, bu kanuna göre yaratmıştır.
Mallarını Allah yolunda infak edenlerin örneği yedi başak bitiren, her bir başakta yüz tane bulunan bir tek tanenin örneği gibidir. Allah, dilediğine kat kat arttırır. Allah (ihsanı) bol olandır, bilendir. (Bakara Suresi, 261)
Rabbiniz şöyle buyurmuştu: “Andolsun, eğer şükrederseniz gerçekten size artırırım ve andolsun, eğer nankörlük ederseniz, şüphesiz, Benim azabım pek şiddetlidir. (İbrahim Suresi, 7)
Yüce Rabbimiz, cimrilik edenlere ise bolluğun değil, zorlukların dokunacağını belirtmiştir:
Allah’ın, bol ihsanından kendilerine verdiği şeylerde cimrilik edenler, bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Hayır; bu, onlar için şerdir. (Al-i İmran Suresi, 180)
İşte bu bilinçten yoksun olan kesimleri çeşitli materyalist laf oyunlarıyla aldatmak kolay olmuştur.
İşte 19. yüzyılda İrlanda’da kıtlık yaşanırken Malthus’un fikirleri, başta İngiliz derin devletinin himayesindeki politikacılar olmak üzere, oldukça geniş bir kitle tarafından benimsenmişti. Nitekim 19. yüzyılın ilk yarısında, Avrupa’da yönetici sınıfın üyeleri, yeni keşfedilen bu sahte “nüfus artışı problemi”ni tartışmak ve fakirlerin ölüm oranlarını artırmak için, Malthus’un fikirlerini uygulama yöntemlerini planlamak üzere bir araya geldiler. Vardıkları sonuç özetle şöyleydi:
Fakirlere temizliği tavsiye etmek yerine tam tersi alışkanlıklara teşvik etmeliyiz. Şehirlerimizdeki sokakları daha dar yapmalıyız, daha fazla insanı evlere doldurmalıyız ve vebayı getirmeye çalışmalıyız. Ülkemizde köylerimizi durgun sulara yakın yapmalıyız, onları bataklıklarda yaşamayı teşvik etmeliyiz…128
(Üstte) Thomas Malthus
(Sağda) Charles Trevelyan |
İngiltere’de 19. yüzyılda uygulanan “fakirleri ezme” programı ile sözde yaşam mücadelesinde güçlü olanlar zayıf olanları ezmiş ve bu şekilde sözde hızla artan nüfus da dengelenmiş olacaktı. Malthus’un teorik olarak gerekli bulduğu “yaşam mücadelesi”, İrlanda’da sebepsiz yere milyonlarca fakir insanın ölümüne veya sıkıntı dolu bir hayat sürmelerine sebep oldu.
Londra’nın görevlendirdiği İrlanda koloni yöneticisi Charles Trevelyan da, Malthus’un acımasız fikirlerini takip etti. Trevelyan, devletin hiçbir şekilde serbest piyasa ekonomisine müdahalede bulunmaması gerektiğine tutkuyla inanıyordu. Dolayısıyla açlıktan kıvranan İrlandalılara da yiyecek dağıtılmasına karşı çıktı. Bunun yerine, tahıl satın alabilecek parayı kazanmaları için insanları anlamsız yol inşaatlarında öldüresiye çalıştıran bir kamu programı uyguladı. Tahıl fiyatlarına müdahale etmeyi reddettiği için, fiyatlar yol inşaatçılarının karşılayamayacağı düzeye fırladı ve bir milyon insan yaşamını yitirdi.129
İngiliz derin devleti, halk arasında bu acımasız zihniyetin kabul görmesi için gerekli telkinlerde bulundu. Trevelyan, İrlandalıların, “içinde bulundukları durumu hak eden tembel insanlar oldukları” safsatasını empoze etmeye başladı. Bu telkinler neticesinde, İngiltere’de iş arayan İrlandalı göçmenler, aniden kendilerini işe alınmayan ve hatta şiddete maruz kalan kişiler olarak buldular. Geride bıraktıkları evlerinde ölümüne açlık çeken aileleri ve yakınları olduğu halde…130
Oysa ki İrlandalılar, İngiliz derin devletinin lanse ettiği şekilde tembellik yüzünden kıtlık çekiyor değillerdi. Bu halk, kendi besin kaynaklarına bulaşan mantar mikrobu yüzünden bu hale gelmişti. İrlanda virüsle boğuşurken, İngiliz derin devleti, İrlandalılara yardım gitmesini engellemiştir.
Malthus’un “yaşam mücadelesi” safsatası, ilerleyen yıllarda Darwin’in bilimdışı öğretileri ile daha da güçlendi. İrlandalılara karşı sevgisiz, acımasız yaklaşımlar da aynı oranda arttı. Darwin hayranı İngiliz tarihçi ve Kraliçe’nin Başpiskopos Yardımcısı olan Charles Kingsley’in İrlandalılar konusundaki sözleri, bu konuda önemli bir örnektir:
İrlanda kıtlığı sonucunda yaşamını yitirenlerin yanı sıra, oldukça fazla sayıda kişi ülkesini terk ederek göçmen konumuna gelmiştir. |
Yüzlerce mil uzayıp giden dehşet verici bir ülkede gördüğüm insan kılıklı şempanzeler gözümün önünden gitmiyor … Ama beyaz şempanzeler görmek çok korkunç bir şey. Derilerinin rengi siyah olsa o kadar sorun olmazdı; ama güneşin altında çok durmanın tesiriyle oluşan bronzlaşmaların dışında bu yaratıkların derileri en az bizimki kadar beyaz.131
İrlanda’da kıtlıktan kaçan göçmenler anısına dikilen meşhur Gorta Mór Heykeli.
İrlandaca olan Gorta Mór, Büyük Açlık anlamına geliyor. |
Darwinizm, İngiliz derin devletinin etkisiyle öyle şuursuzca benimsenmişti ki bir sözde bilim adamı, şu sözleri söyleyebilecek raddeye dahi gelmişti:
…Bir bilim adamı, patates kıtlığından sonra İrlanda halkının çenesinin “daha ziyade bir zenci çenesine benzemeye başladığını” anlatır.132
Bu zorbaca uygulamalar, İngiliz derin devletinin deccali zihniyetini tüm açıklığıyla göstermektedir. Yeryüzünde kendini güç sahibi zanneden İngiliz derin devleti ve onun idaresindeki kişiler, tarih boyunca her türlü haksızlığı pervasızca uygulayabileceklerini zannetmişlerdir. Oysa güç sahibi olmadıklarını anlayacakları bir zaman vardır. Yüce Allah, yeryüzünde kendisini imkan ve güç sahibi zannederek büyüklenen müstekbirleri “sevmediğini” ayetinde haber vermiştir:
Şüphesiz Allah, onların saklı tuttuklarını ve açığa vurduklarını bilir; gerçekten O, müstekbirleri sevmez. (Nahl Suresi, 23)
Avustralya
İngiliz derin devletinin Avustralya’yı sömürgeleştirme hareketi esas olarak 1788 yılında başlamıştır. 1803 yılında Avustralya’nın güneyinde yer alan Tazmanya Adası’na ilk İngiliz yerleşimciler gelmiştir. Yeni gelen yerleşimciler, kıtada yeni bir tarım ceza kolonisi kurmak isteyen asker ve hükümlülerden oluşmaktadır.133
İngiltere’den gönderilen yerleşimciler adaya gelir gelmez, buranın yerli halkı olan Aborijinlerin kendi kaynaklarına el koymaya başlamışlardır. Yerlilerin arazileri ile birlikte yiyecek kaynakları da yok edilmiştir. Sonra bu soykırım, Aborijinlere yönelik olarak uygulanmaya başlanmıştır.
Çoğunluğu hapishanelerden sevk edilmiş, cinayet başta olmak üzere çeşitli suçlardan sabıkalı olan İngiliz yerleşimciler, ilk önce verimli sahil bölgelerine ve su kaynaklarının bulunduğu alanlara yerleşmişlerdir. Avustralya kıtası zaten büyük ölçüde çöl olduğu için sahil bölgelerinde yaşamak bir lüks değil, hayati önemi olan bir gerekliliktir. Yerlilerin bu bölgelerden iç kesimlere sürülmesi, onları ölüme terk etmek anlamına gelmiştir.
Avustralya’ya gelen yerleşimciler, halkı, çoğunlukla çöl olan iç bölgelere sürmüş, kendileri su kaynaklarının bulunduğu kıyı bölgelere yerleşmişlerdir |
Yaşam alanlarının sürekli yok edilmesi yerliler ile yerleşimcileri sık sık karşı karşıya getirmiştir. Yerleşimcilerin nüfusunun hızla artması adada tahribatı arttırmış ve bu durum yerlilerin zor duruma düşmesine neden olmuştur.
Avustralya’da madenler çıkarılmaya ve işletilmeye başlayınca, işgal ve sömürü politikasının da çapı genişlemiş, köleleştirme artmıştır. |
Adada madenler çıkmaya ve işletilmeye başlayınca işgal ve yerleşim iyice genişlemiştir. Toprakları ellerinden alınan, yaşam alanları yağmalanan ve köle olarak çalıştırılmak istenen Aborijinlerin bütün bu haksızlıklara tepkisi, İngiliz derin devletinin Aborijin soykırımı için de bir başlangıç olmuştur. İngiliz derin devletinin Ada’ya gönderdiği yağmacılar, Aborijinlere yönelik korkunç bir katliam başlatmıştır.
Nitekim 1800’lü yılların başlarında, soykırım ve terör gittikçe yoğunlaşmıştır. Sömürge yönetiminin 1826 yılında çıkardığı askeri bir kanunla, yeni yerleşen beyaz sömürgeci topluluğa bir yerlinin herhangi bir şekilde yaklaşması dahi o yerli için ölüm nedeni sayılmıştır.134
Sosyal Antropolog ve Etnolog olan Sefa M. Yürükel bir eserinde İngiliz derin devletinin Avustralya yerlileri ile ilgili politikasını şöyle değerlendirmiştir:
İngiliz yönetimi … Avustralya yerlilerini de siyah, zayıf ve en alt ırki kesim olarak tanımlamaktaydı. Hatta sömürgecilerin yerlileri, hayvani bir ırk olarak görmesi münasebetiyle, yerlilere karşı her türlü aşağılama ve yok etme uygulamalarını, kendilerine göre yapılması gereken bir görev olarak sayıyorlardı. Çünkü Avustralya, İngiliz sömürgecileri için, bir Terra Nullius (sahipsizler ülkesiydi) idi. Yani İngilizler, kendilerinden önce binlerce yıldır var olan bu topluluğun/halkın haklarının ve hukuklarının, bu yeni İngiliz sömürgesi üzerinde hiçbir hakkı olmadığını iddia ediyorlardı ve yerlileri insan olarak saymıyorlardı. Esasında bu sömürgeci anlayışla, İngilizler kendi icat ettikleri ve sürekli kendilerine yonttukları Terra nullius doktriniyle kendilerini ahlaken haklı çıkarmak istiyorlardı. Bu anlayış, İngilizlerin huzur içinde, yerlileri insan olarak görmek istememelerinden ve yerlilere her türlü eziyeti yapmak için bahane bulmaktan başka bir şey değildi. İngiliz sömürgeciler Terra nullius doktriniyle hareket ettiklerinden dolayı bir bakıma kendi mantıklarına göre, kendi haklı adaletlerini savunuyor görünümündeydiler. Bundan da hiçbir huzursuzluk ve rahatsızlık duymadılar. İngiliz sömürge doktrinine göre, nasıl hayvanların yüzyıllardır yaşadıkları yerlerde nesiller boyunca hakları yoksa, İngilizler tarafından hayvan ırkı seviyesinde görülen Avustralya yerlilerinin de tabi ki aynı şekilde yaşadıkları topraklarda hiçbir hakkı yoktu.135
İngiliz derin devletinin Avustralya’da en çok kullandığı yöntem Ada’daki yerel yönetim tarafından fiili durum yaratılıp, sözde güvenlik gerekçesiyle hayvan avına çıkar gibi yerli insan avına çıkılmasıdır. Avda yakalanan yerlilerin kafaları kesilip torbalara konulmuştur. Avın başarılı geçtiğinin bir delili olarak kesilen yerli kafaları sömürge yönetimine delil olarak herkesin görebileceği bir ortamda, yerli insan avına katılanlar tarafından gösterilmiştir. Bu tür olayların açıklamalarına, 1883 yılında İngiliz Hükümeti Yüksek Komiseri olan Hamilton Gordon’nun şahsi dostu da olan zamanın Başbakanı William Gladstone’a yazdığı raporlarda da yer verilmiştir.136
İngiliz yerleşimciler ile onları destekleyen askerlerde modern ateşli silahlar; tüfekler ve tabancalar vardır ve “bul ve yok et taktiği” ile tam bir kara savaşı yürütmüşlerdir. Yerleşimciler, 1829 Mayıs ayında yerlilere yönelik bir “av” bile düzenlemişlerdir.137
Avustralya’daki Aborijinler, İngiliz yerleşimciler tarafından adeta bir hayvan gibi avlanmış, sömürülmüş, köle olarak çalıştırılmışlardır. Bu korkunç uygulamaların alt yapısı, “aşağı ırk” safsatasının çıkış noktası olan Darwinizm’dir. |
4 Eylül 1880 tarihli The Queenslander gazetesinde yayımlanan başyazıda, İngiliz sömürgecilerin gerçekleştirdiği korkunç katliamın gerekçesi şu şekilde mazur gösterilmektedir:
Beyaz adamın yerküredeki gelişmesinde, Avustralya yerlilerinin acı çekmesinin ve bunlara eziyet edilmesinin önüne geçilemez. Biz bu siyah insanları (yerlileri) korkutarak yıldırmalıyız ve bu insanlara yeni ev sahiplerine karşı direnmenin faydasızlığını öğretmeliyiz.
Avustralya’da İngiliz derin devletinin himayesindeki basın, sürekli Aborijinlerin sözde aşağı ırk olduğunu ve köleleştirilmeleri gerektiğini yazıyor; korkunç katliamlara kendilerince gerekçe üretiyorlardı. |
Avustralya yerlilerine yönelik ırkçı görüşler, 1883 yılında, The Normanton Herald gazetesinde de görülüyordu. Gazetenin yayınladığı bir makalede; “…Yarı uygarlaşmış zenciler aşağılık zavallılardır ve onları yeryüzünden silmek bir suç değil, aslında bir merhamet göstergesidir“138 denmekteydi. Bu durum sömürgeci yönetimin, yerlilerin bu dünyada var olma hakkına karşı tahammülsüzlüğünü ve sömürgecilerin ürettikleri insanlık dışı soykırım yöntemlerinin hangi anlayışla gerçekleştirildiğini gözler önüne sermektedir.
Avustralya’yı ziyaret eden ünlü İngiliz edebiyatçı Anthony Trollope, İngiliz sömürgecilerin Avustralya yerlilerine uyguladıkları vahşeti şöyle anlatmıştır:
Biz onların (yerlilerin) topraklarını (vatanını) ellerinden aldık, yiyeceklerini yok ettik, onları, alışkanlıklarına ve geleneklerine ters olan kanunlara uymaya mecbur ettik. Nefret ettikleri zevklerimize tahammül etmek zorunda bıraktık. Kendilerini ve varlıklarını savunduklarında onları katlettik ve onlara efendileri olduğumuzu kabul etmeyi ağır savaş taktikleriyle zorla öğrettik.139
Avustralya yerlilerinin söz konusu kıyım ve haksızlığa başkaldırıları ise çok sert bir karşılık gördü. İngiliz sömürge yönetimi, bu direnişlerde ölen her beyaz karşılığında, ceza olarak yerlilerden 50’sini katletti.140
Tarihçi Marc Ferro, Sömürgecilik Tarihi adlı eserinde, İngilizlerin Avustralya’daki tutumlarından şöyle söz etmiştir:
Sömürgeci yerleşimciler siyahları vahşi hayvanlar olarak görüyorlardı. Onları tüfekle avlayıp öldürüyorlardı. Avustralyalının doğa yasaları dışında yer aldığını kanıtlamak için hukukçuların otoritelerine başvuruluyordu. Hatta Sydney gazetelerinde bunlardan kurtulmanın kesin bir yöntemi öneriliyordu: Onları kitlesel olarak zehirlemek. “(…) Geniş çaplı katliamlar örgütlenmişti ve pek çok kabile tümüyle yok olmuştu.” Jules Verne Mrs. Branican’da, Tazmanya ve Avustralya hakkında (1891) şunları ekler: “Sömürgeci ilerlemenin son sözü bir ırkın yok edilmesi ise, İngilizler eserlerini çok iyi bir şekilde gerçekleştirdikleriyle övünebilirler.”141
İngiltere’den atanan Avustralya valisi Arthur Phillip’in 1797’de kıtaya geldiği dönemde, Aborijinlerin sayısı tahminen 300 bin ile 400 bin arasındadır. 1900’lü yıllara gelindiğinde ise Aborijin nüfusunun %90’ı hayatını kaybetmiştir.142
İngiliz derin devleti, Tazmanya Adası’na ilk yerleşimcileri 1803 yılında yerleştirmiştir. Bu sırada adada 15 bin kadar yerlinin olduğu tahmin edilmektedir.143 75 yıl boyunca devam eden vahşet politikası sonucunda binlerce Tazmanya yerlisi katledilmiştir.144
Avustralya’da sık yaşanan olaylardan biri de Aborijin çocuklarının kaçırılarak köleleştirilmesidir. Yerleşimciler sadece işte çalıştırmak için değil, bazen de kendilerince “evcil hayvan” olarak besleme gözüyle bakarak Aborijinler’in çocuklarını çalmışlardır.
Avustralya Soykırımının Ardındaki Kirli İdeoloji: Darwinizm
Darwin’in, Avustralya yerlilerini kendince babun maymunlarıyla eşit tuttuğu zihniyet, Avustralya’daki dehşetli soykırımın temel sebebidir. Darwinist ideolojinin 1859’da yaygınlaştırılmasının hemen ardından şu vahşet örnekleri çoğalmıştır:
- 1866’da Bowen-Queensland’ın Belediye Başkanı olan Korah Wills, sözde bilimsel bir numune edinmek amacıyla, 1865 yılında bir yerliyi nasıl parçalayarak öldürdüğünü açık bir şekilde, çizimlerle anlatmıştı.
- Sydney’deki Avustralya Müzesi’nin Müdürü Edward Ramsey, Aborijinleri “Avustralya hayvanları” olarak adlandırdığı bir müze kitapçığı yayınladı. Kitapçıkta aynı zamanda henüz öldürülmüş yerli cesetlerinin nasıl “bir Avustralya hatırası olarak” satın alınacağı ve üzerlerindeki kurşun yaralarının nasıl kapatılacağı konusunda da talimatlar yer alıyordu. Birçok kafatası koleksiyoncusu onun tavsiyelerine göre çalıştı. Bungee zencilerinin kafataslarını istedikten dört hafta sonra, genç bir bilim öğrencisi ona iki kafatası yolladı ve bu kafataslarının kabilelerinin son iki üyesi olduğunu ve yeni vurulduklarını söyledi.145
- Alman evrimci Amalie Dietrich, Avustralya’ya gelmiş ve Aborijinleri öldürüp derilerinin içini doldurarak saklamak için izin istemişti. Ürkütücü olan, bu talebi olumsuz karşılanmamış, kısa süre sonra kendi evine elde ettiği örneklerle dönmüştü.
- Bir Güney Galler misyoneri, Aborijin erkek, kadın ve çocuklardan oluşan bir grubun atlı polisler tarafından katledilişine tanık olarak dehşete düşmüştü. Bu olayın ardından cesetlere ait 45 kafatası kaynatılmış ve aralarından “en iyi” olarak nitelendirilen 10 kafatası denizaşırı ülkelere gönderilmişti.146
Darwinist ideoloji kafatasçılığa dayandığından, Avustralya’yı işgal eden Darwinistler, bölgede Aborjinlerin kafataslarını ölçmüş ve faşist ideolojileri için sahte gerekçeler oluşturmuşlardır. |
Darwin’in Türlerin Kökeni kitabının yayınlanmasından sonra bazı hevesli Darwinistler, insanın sözde evrimindeki sözde “kayıp halkaları” aramaya başladılar. Irkçı evrimciler, Avustralyalı Aborijin yerlilerinin insanın evrimindeki ilkel aşamalardan biri olduklarını iddia ettiler. Üstelik bu iddialarını kendilerince kanıtlamak için yaşayan Aborijinleri canlı olarak kafeslerde incelemek, laboratuvarlarda öldürmek gibi vahşi uygulamalardan önce, cesetlerini mezarlarından kaçırmaya, Amerika ve Avrupa’daki müzelere satmaya başladılar.
1991 yılında Avustralya’da yayınlanan haftalık The Bulletin dergisinde David Monaghan imzası ile şok edici bilgiler yayınlandı.147 Monaghan 18 ay bu konu üzerinde çalışmış, Londra’da araştırmalar yapmış ve 8 Ekim 1990 tarihinde İngiltere’de yayınlanan Darwin’s Body-Snatchers (Darwin’in Mezar Hırsızları) isimli bir belgesel hazırlamıştı. Gazeteci Monaghan’ın, The Bulletin’da yayınlanan yazısında verilen bilgilerden bazıları şöyleydi:
– İngiliz ve Amerikalı evrimciler, sözde “aşağı insan” örnekleri toplama işini oldukça genişletmişlerdi. Washington’daki Smithsonian Enstitüsü’nde farklı ırklardan 15 bin insana ait kalıntı vardı. Elbette topladıkları bu örnekler, hiçbir şekilde onların iddia ettikleri gibi aşağı ırktan insanlar değildi. Bunlar, farklı fizyolojik yapılara sahip farklı etnik köken ve ırka ait olan insanlardı.
– Müze müdürlerinin yanı sıra, İngiliz biliminin önde gelen isimleri de bu mezar hırsızlığı ticaretine karışmışlardı.148 Anatomist Richard Owen, antropolog Sir Arthur Keith ve Darwin’in kendisi bu kişilerin arasındaydı. Darwin, bir mektubunda, eğer bu isteği onları kızdırmazsa, dört tam kan Tazmanyalı Aborijin’in kafatasını istediğini söylüyordu. Müzeler sadece iskeletlerle değil, derilerle de ilgileniyorlardı. Bunları, sergilenecek ilginç malzemeler olarak görüyorlardı.
– Tuzlanmış Aborijin beyinlerine de büyük bir rağbet vardı, bu beyinleri kendilerince Aborijinlerin aşağı ırk olduklarını kanıtlamak için istiyorlardı.
– Aborijinlere ait kafataslarının, bu insanların kasıtlı olarak öldürülmeleriyle elde edildiğine dair hiçbir şüphe bulunmamaktadır.
Unutulmamalı ki, burada kafeslere koyulan, laboratuvarlarda üzerlerinde deneyler yapılan, beyinleri tuzlanıp sergilenen, kafatasları koleksiyon haline getirilen Aborijinleri anlatırken, aileleri, hayatları olan Allah’ın ruhundan üflediği normal insanlardan bahsedilmektedir. Bu durum, İngiliz derin devletinin sömürmeyi makul göstermek için türettiği politikaların ve ideolojilerin ne kadar sakıncalı ve ürkütücü olduğunu göstermektedir.
Aborijinlere uygulanan katliamları ve kötü muameleyi belgeleyen bir başka çalışma ise, Avustralya Çevre ve Kültür Mirası eski Bakanı Sharman Stone tarafından yazılan Aborigines in White Australia: A Documentary History of the Attitudes Affecting Official Policy and the Australian Aborigine 1697–1973 (Avustralyalı Aborijinlere Yönelik Resmi Politikayı Etkileyen Yaklaşımların Dokümanter Tarihi, 1697-1973) adlı kitaptır. Yazarın birkaç yorumu dışında kitap, Parlamento tutanakları, mahkeme kayıtları, editörlere gelen mektuplar, antropolojik raporlar gibi resmi belgelerden oluşmaktadır.
David Monaghan, Darwin’s Body-Snatchers (Darwin’in Mezar Hırsızları) isimli belgeselde, Aborijinlerin, kafatasları ve derileri için özel olarak öldürüldüklerini belgelemiştir. |
Sharman Stone, kitapta, Darwin’in teorisi ile Aborijinlerin katledilmesi arasında şöyle bir bağlantı kurmaktadır:
1859’da, Charles Darwin’in kitabı Türlerin Kökeni ile birlikte biyolojik (ve dolayısıyla sosyal) evrim, halkın anlayabileceği şekilde anlatılmaya başladı. Eğitimli kişiler kendi aralarında medeniyetin tek doğrusal süreç olduğunu ve ırkların bu doğrunun üzerinde aşağı ya da yukarı hareket ettiğini tartışmaya başladılar. Avrupalı adam “hayatta kalmaya en uygundu…” (Aborijinler ise) doğa kanunu gereği dinozorlar ve dodo kuşu gibi eninde sonunda yok olacaklardı. Ellerindeki olaylarla destekledikleri bu teori, siyah ırkın çoğaldığının fark edildiği 20. yüzyılın belli bir bölümüne kadar kabul görmeye ve anılmaya devam etti. Bu zamana kadar, ihmal ve cinayeti haklı göstermek için kullanılabiliyordu.149
Stone’un da belirttiği gibi, bazı Avrupalı Darwinistler, Aborijinlerin sürekli ölmesini, bu ırkın güya “doğa kanunlarının bir gereği olarak” yok olmaya mahkum olduklarının sözde delili olarak gösteriyorlardı. Ancak bu, bilimdışı bir iddia olduğu gibi mantığa da son derece aykırıydı. Çünkü Aborijinlerin ölme nedenleri doğa kanunları değil, yapılan katliamlardı.
1861 yılında, bir soruşturma sırasında bir polis memurunun verdiği cevaplar, Aborijinlere kötü muamelenin Darwinist ve ırkçı temellerini ve o dönemde bunun son derece doğal karşılandığını görmek açısından önemlidir. Bu görevli şöyle demektedir:
“Eğer siyahları cezalandırmazsak, bu bir zayıflık göstergesi olarak mı görülür?” “Evet tam olarak böyle düşünüyorum. Bu hangi ırkın en güçlü olduğu ile ilgili bir soru: Eğer onlara boyun eğersek, bu yüzden bizi küçük görürler mi?”150
Londra menşeli Anthropological Review dergisinden evrimci antropolog Friedrich Max Müller, 1870’de insan ırkını yedi kategoriye ayırmıştır; Aborijinler en altta yer almaktadır ve Avrupalı beyazların soyu olan Aryan ırkı en üst sıradadır. Ünlü bir sosyal Darwinist olan H. K. Rusden ise Aborijinler hakkında 1876 yılında şöyle bir açıklamada bulunmuştur:
En uygunların yaşaması, kuvvetin haklı olduğu anlamına gelir. Bu nedenle aşağı ırk olan Avustralyalıları ve Maori ırkını yok ederken acımasız ve değişmeyen doğal seleksiyon kanunlarını yerine getiririz … ve mirasını soğukkanlılıkla kabul ederiz.151
Tazmanya Royal Society‘nin Başkan Yardımcısı olan James Barnard ise 1890’da; “yok etme işlemi evrim ve en uygunların yaşama kanununun bir aksiyonudur” demiş ve “bu nedenle Avustralyalı Aborijinleri öldürme konusunda suçlamayı hak eden herhangi bir sebep yoktur” diye devam etmiştir.152
1880 yılında yayınlanan bir gazete haberi ise şöyledir:
Yapabileceğimiz hiçbir şey, bu dünyadaki gelişimimizi yöneten gizemli ve değişmez kanunları değiştirmeyecektir. Bu kanunlar sayesinde Avustralya’nın yerli ırkı, beyaz adamın oraya varışı ile birlikte ölüme mahkum olmuştur. Bize düşen ve yapmamız gereken tek şey ise bunların oluşmasına olabilecek en az vahşeti kullanarak yardımcı olmaktır. Siyahları korku ile yönetmeliyiz…153
Bu satırlar, sosyal Darwinist bakış açısının temelinde yer alan acımasızlığı bir kez daha gözler önüne sermektedir. Yalnızca derilerinin renkleri farklı olduğu ve birtakım farklı fizyolojik özelliklere sahip oldukları için bu insanları, kendilerince bir tür hayvan olarak görmeleri ve bu insanlara yönelik hayvanlara dahi layık görülmeyecek bir muamelede bulunmaları, sosyal Darwinistlerin zalimliğinin delillerinden yalnızca biridir. Yine 1880 yılında bir gazeteye yazılan mektupta, sosyal Darwinistlerin Aborijinlere yaptığı zulüm şöyle anlatılmaktadır:
Açıkça söylemek gerekirse, bu bizim Aborijinlerle nasıl mücadele ettiğimizi gösteriyor: Aborijin yerlilerinin oturdukları yeni bölgeleri işgal ettikten sonra, onlara o bölgede rastlanabilecek vahşi hayvanlar ya da kuşlar gibi davrandık. Yaşamları ve malları, ağları ve kanoları, Avrupalılar tarafından, tamamen kendi istekleri doğrultusunda kullanılmak üzere ellerinden alındı. Yiyecekleri alındı, çocukları zorla çalındı, kadınları tamamen beyaz adamların kaprisi nedeniyle götürüldü. En küçük bir direnişe silahlarla karşılık verildi… Eğlenmek isteyenler, yerli siyahları hiçbir engellemeye maruz kalmaksızın öldürdüler, onlara tecavüz ettiler ve onları soydular. Bunlar kontrolden çıkmıştı ve sömürge yönetimi, onları, işledikleri suçların sonuçlarından kurtarmak için her zaman yanı başlarındaydı.154
Resimdeki aileler, aynı medeniyet içinde yaşayan, deri rengi, ırksal ve sosyal bazı değişiklikler dışında fizyolojik hiçbir farkı olmayan topluluklardır. Farklı insan ırkları, Allah’ın yaratmasındaki bir güzelliktir. Fakat Deccal Komitesi, toplumları sömürmek için evrim safsatasını kullandığından, bu sömürü sistemi beraberinde vahşet ve şiddet getirmiştir. |
Görüldüğü gibi yapılan insanlık dışı muameleler, katliamlar, acımasızlıklar, vahşet ve soykırım, hep Darwinizm’in “doğal seleksiyon”, “yaşam mücadelesi”, “zayıf olanın elenmesi” tezleriyle meşrulaştırılmaya çalışılmıştır. Gerçekleştirilen insanlık suçlarını ise İngiliz derin devleti daima örtbas etmiştir. İngiliz derin devletinin sömürge planı, başından itibaren budur.
İngiliz derin devleti kurmayları tarafından acımasızca zincire vurulan bu insanlar, tarihin en büyük aşağılamalarından biri ile muhatap olmuşlardır. Oysa Aborijinler, bugün yaşayan 5 temel ırktan birini temsil ederler. Onlar da, diğer ırklar gibi Hz. Adem (as)’ın evlatlarıdır. |
İngiliz derin devletinin Avustralya’da tatbik ettiği ırkçı yaklaşım, sömürge yıllarından sonra bile etkisini devam ettirmiştir. O kadar ki; beyaz olmayanların Avustralya’ya göç etmesini engelleyen “Beyaz Avustralya” politikası 1973’e kadar yürürlükte kalmıştır. Avustralyalı Aborijinler 1960’lara dek eşit siyasi haklardan yararlanamamış ve büyük bölümü vatandaş olmaya uygun görülmedikleri için de seçimlerde oy kullanamamıştır.155
İngiliz derin devletinin “Beyaz Avustralya” politikası, 1973’e kadar yürürlükte kalmıştır. |
Yeryüzünde zayıf bırakılıp haksızlığa uğratılanlar, Allah’ın adaletinin mutlaka tahakkuk edeceğine inanmalıdırlar. Yüce Allah bu konuda Firavun kıssasını örnek vermiştir:
Gerçek şu ki, Firavun yeryüzünde (Mısır’da) büyüklenmiş ve oranın halkını birtakım fırkalara ayırıp bölmüştü; onlardan bir bölümünü güçten düşürüyor, erkek çocuklarını boğazlayıp kadınlarını diri bırakıyordu. Çünkü o, bozgunculardandı. Biz ise, yeryüzünde güçten düşürülenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve mirasçılar kılmak istiyoruz. Ve (istiyoruz ki) onları yeryüzünde ‘iktidar sahipleri olarak yerleşik kılalım’, Firavun’a, Haman’a ve askerlerine, onlardan sakındıkları şeyi gösterelim. (Kassas Suresi, 4-6)
Aborijinler 1960’lara dek siyasi haklardan yararlanamamışlardır. Resimlerde Aborijin hakları için yapılan gösteriler görülüyor. |
Beyaz Avustralya politikası, çeşitli propaganda yöntemleri ve İngiliz derin devletinin himayesindeki medya aracılığıyla yaygınlaştırılmıştır. |
Aborijin aileleri kaçırılmalarının hesabını soruyorAvustralya’nın terk edilmiş Kuzeybatı çöllerinde yaşayan Aborijinler, çocuklarının devletin sağlık yetkilileri tarafından alınmaması için, açık renk derili olanları kömür ile boyuyorlardı. Kaçırılan çocuklardan biri yıllar sonra şöyle diyordu: “Yetkililer buldukları anda bizi alıp götürüyorlardı, halkımız bizi saklıyor, kömürle derilerimizi boyuyorlardı.” Çocukken kaçırılmış bir işçi; “Moola Bulla’ya götürüldüğümde sadece 5 ya da 6 yaşındaydım.” Onun hikâyesi, “çalınan nesil” ile ilgili soruşturma başlatan Avustralya İnsan Hakları ve Eşit Fırsatlar Komisyonu tarafından dinlenen binlerce ifadeden yalnızca birisiydi. 1910 yılından 1970’lere kadar Aborijin ailelerden 100 bin kadar çocuk kaçırılmıştı. Açık tenli Aborijin çocuklar ailelerinden kaçırılarak, evlatlık olarak beyaz ailelere veriliyordu. Kara derili olanlar öksüzler yurduna yerleştiriliyordu.1 Yerlilere uygulanan baskı ve şiddet ile sadece yaşamlarına kast edilmemiş, kültürel soykırım da uygulanmıştır. Tazmanya yerlilerinin kendi dillerindeki adları önce olabildiğince İngilizceye çevrilmiş ya da yerlilere kısaltılmış popüler Britanyalı adlar verilmiştir. En sonunda yerli isimleri tamamen Britanyalı kişi adlarıyla değiştirilmiştir.2 Bunun yanında köle olarak kullanılan yerliler İngilizlerin kıyafetlerini giymeye ve onların kültürlerindeki gibi yaşamaya zorlanmıştır. Bunlar sadece hizmetkâr ve işçi olarak kullanılmış, hemen hemen hiç vasıflı bir iş edindirilmemişlerdir.
|
Hindistan
İngiliz derin devletinin en şiddetli sömürü politikası Hindistan üzerinde olmuştur. Resimde İngilizlerin emrindeki Hintli işçiler görülüyor. |
İngiliz derin devletinin Hindistan planı ve bununla birlikte gelişen Hintlilere yönelik zulüm, elinizdeki kitabın 1. cildinde kapsamlı olarak işlenmişti. Bu kitapta okumakta olduğunuz bölümün konusu İngiliz derin devletinin sömürgecilik tarihi olduğundan, Hindistan konusunda daha önce değinilmeyen bazı detaylar üzerinde durulacaktır. Bu detaylar, İngiliz derin devletinin ırkçı faşist anlayışını, başka ırklara karşı yürüttüğü şiddet ve aşağılama politikasını daha iyi anlamak için gereklidir.
Hatırlanacağı gibi İngiliz derin devleti Hindistan’a ilk çıkarmasını, 1600 yılında Doğu Hindistan Şirketi (East India Company) ile yapmıştır. Hindistan’da İngiliz derin devletinin ele geçirdiği ilk sektör, Hindistan’ın büyük bir kar elde ettiği dokumacılık sektörü olmuştur. Hindistan, kendi sattığı ham pamuğu dokunmuş kumaş olarak satın alma zorunluluğuyla karşılaşmıştır. Bunun sonucunda sattığı kendi mamulünü daha pahalıya satın almanın zararıyla karşılaşmıştır. Ayrıca makineli imalatın sağladığı kolaylık nedeniyle ucuz olan İngiliz kumaşı karşısında Hint kumaşı satılamaz hale geldiği için üretim de durmuştur.
Hintli yazar Prof. Ania Loomba, İngiliz derin devletinin Hindistan’daki dokuma sektörünü nasıl yok ettiğini şu cümleler ile anlatmıştır:
Hindistan’da üretilen ham pamuk, elbise yapımında kullanılmak üzere İngiltere’ye aktarıldı, bu mamul malların daha sonra Hindistan’a satılmasıysa sonuçta bu ülkenin giysi üretimine zarar verdi. İnsanlar ve malzemeler hangi yönde akarsa aksın, kârlar daima “anayurda” (İngiltere’ye) akıyordu.156
Hatırlanacağı gibi Doğu Hindistan Şirketi, kısa süre içinde Hindistan’ın büyük bir kısmında yönetimi altına almış, ismi İngiliz Doğu Hindistan Şirketi şeklinde değişmiş ve Hindistan, neredeyse tamamen İngiliz derin devletinin kontrolüne geçmiştir.
Şirket’in Hindistan Genel Valisi, Dalhousie Lordu James Broun-Ramsay tarafından ortaya konulan “Doctrine of Lapse” (Hak Kaybetme Doktrini) bunlardan biridir. Bu düzenleme ile ülkedeki veraset usulleri değiştirilmiştir. Şirket’in “üst hükümdar” olarak kabul edildiği yerlerde, Hintlilerin kendi veraset usulleri uygulaması sona ermiş ve haklar İngiliz Doğu Hindistan Şirketi’nin eline geçmiştir.
Hindistan’daki pirinç tarlalarında indigo denen dokuma maddesi yetiştirilmeye başlandı. Bu tarlalarda, İngiliz yerleşimcilerin idaresi altında Hintli işçiler çalıştırılmakta, indigo sanayinden elde edilen kazanç da İngiltere’ye akmaktaydı. |
Şirket bu yeni doktrini kullanarak prenslik devletleri olan Satara; Jaipur ve Sambalpur; Nağpur ve Jhansi; Thanjavur Maratha Krallığı; Arcot; ve Udaipur devletlerini ilhak etmiştir.157 Ayrıca, Avadh devletini, hükümdarının idare gücünü kötüye kullandığını iddia ederek “Hak Kaybetme Doktrini” kapsamında 1856’da işgal edip ilhak etmiştir.158
Tarihçi ve sömürgecilik uzmanı olan Marc Ferro, İngiliz derin devletinin himayesindeki Hindistan’ı şöyle tarif eder:
Afgan ve Moğol İmparatorlar, en azından, topladıkları ağır vergileri yine Hindistan’da harcıyorlardı, sarayları ve orduları bakım istiyordu, bu da Hintli zanaatkarların beslenmesine ve yaşamalarına yarıyordu. Yapılan çalışmalar hükümdarların boş işlerle uğraştıklarını gösterse de, vergi gelirleri ülkeyi verimli bir hale getiriyordu. Oysa Doğu Hindistan Şirketi’nin hakimiyetinin kurulmasıyla bu düzen yok oldu… Ülkenin kârlarını İngiltere çekti… Hindistan değil.159
1857 yılında Hindistan’da, İngilizlere karşı Sepoy (Hint askeri birliği) ayaklanması denen büyük bir isyan başlamıştır. Hindistan Ordusu içinde başlayarak Kuzey Hindistan’a yayılan bu isyan sonraki milliyetçi kuşaklar için örnek teşkil edecek ve “İlk Hindistan Bağımsızlık Savaşı” olarak kabul edilecektir.160
Fakat İngiliz derin devletinin bu isyana cevabı oldukça sert olmuştur.
Bu hatıra portrenin altında, “Zarif Majesteleri, Hindistan İmparatoriçesi, Kraliçe Victoria” açıklaması yer almaktadır. |
UCLA üniversitesi profesörlerinden Jenny Sharpe, 1857 yılında İngilizlere karşı başlatılan ayaklanmalar konusundaki analizinde, isyancılara uygulanan ceza ve denetim mekanizmalarının gizli kapaklı ve sinsice işlediğini belirtir. Hatta bunun da ötesinde kolonyal yetkililerin, isyan eden Hintlileri ölçüsüz, ritüelleştirilmiş ve kutlama tarzında cezalandırdıklarını anlatır.161 O dönem The Times Gazetesi’nde çıkan haberler ve bazı İngiliz askerlerinin açıklamaları Jenny Sharpe’ın katliamlarla ilgili tespitini şöyle doğrulamaktadır:
The Times Gazetesi “Oradaki her ağaç ve her kalkan duvarının üstüne bir isyancının leşinin” asılmasını talep etmişti. Yürüyüş yolları boyunca ağaçlara asılı halde bıraktıkları sayısız cesetlerle Britanyalıların misilleme güzergahını izlemek gerçekten mümkündü. Teğmen Kendal Coghill’in ifadesi şöyleydi: “Önümüze çıkan her köyü yaktık ve tutsaklarımıza kötü davranmış olan bütün köylüleri astık, ta ki her ağacın bütün dalları sallanan alçaklarla kaplanıncaya kadar.” Misillemeler doruğuna çıktığında, Kanpur’da hala duran koca bir banyan ağacında 150 ceset çiçek zincirleri gibi asılıydı. İsyanın meyveleri hiç kuşkusuz acıydı.162
İngiltere Kraliçesi Victoria döneminde Hindistan tam anlamıyla sömürge haline geldi. Resimlerde Kraliçe, Hintli hizmetkarlarıyla görülüyor. |
İsyandan sonra Hint halkına yönelik acımasız katliamların başlamasının haricinde, ikinci büyük değişim Hindistan’ın idare şeklinde olmuştur. İsyanın bastırılmasının hemen ardından Britanya Kraliyeti, Hindistan’ı doğrudan yönetmeye başlamıştır. Kraliçe Victoria, Hindistan İmparatoriçesi olarak kabul edilmiştir.163
Amritsar Katliamı
Mahatma Gandhi’nin yaptığı boykot ve pasif direniş çağrılarının ardından, Hindistan’ın çeşitli bölgelerinde İngiliz sömürüsüne karşı gösteriler başladı. |
20. yüzyılın başlarında Hintlilerin, Hindistan’da İngiliz sömürgecilerin bulunmasından duydukları hoşnutsuzluk yeniden artmıştır ve çeşitli toplumsal tepkilere yol açmıştır.
1919 yılında Pencap eyaletindeki İngilizler, Hintlilerin İngiliz yönetimini devirmesinden korkmaya başlamışlardır. Bunun nedeni Mahatma Gandhi’nin yaptığı boykot ve pasif direniş çağrılarının bazı bölgelerde gösterilere dönüşmesidir. İngiliz yetkililerini endişelendiren bir başka husus da gösterilerdeki Müslüman ve Hintli dayanışmasıdır.164
Gösteriler çoğalınca göstericilere doğrudan ateş açılmış ve bu da olayların büyümesine sebep olmuştur. Olayların büyümesi üzerine, her ikisi de İngiliz olan Pencap Vali Yardımcısı Sir Michael Francis O’Dwyer ve Jalandhar’daki Piyade Tugay Komutanı Reginald Edward Harry Dyer, 11 Nisan’da garnizon birliklerine halka karşı misilleme yapılması yönünde talimat vermiştir.165
Hintliler, 13 Nisan 1919’da Pencaplıların hem dini hem kültürel festivali olan yıllık Baisakhi kutlamalarına katılmak için Jallianwala bahçelerinde toplandılar. İnsanların büyük bir kısmı kutlamalar için şehir dışından gelmişti. Halkın toplandığı 6-7 dönümlük alanın etrafı yüksek duvarlarla örülüydü ve 5 giriş kapısı vardı. Giriş kapıları, biri hariç olmak üzere oldukça dardı. Geniş olan 5. kapının kullanımı, silahlı askerler ve makineli tüfekli iki zırhlı araba tarafından engellenmişti. Dyer, halkın alanda toplanmasını müteakip birliklerine ateş emrini verdi. Birlik, silahlarındaki mermilerin tamamı bitene kadar ateşe devam etti.166 Ateş yaklaşık 10 dakika boyunca kesintisiz devam etti.167
İngiliz Albay Dyer, zaman zaman silahının hedefini kontrol etmiş ve kalabalığın en yoğun olduğu yerlere yöneltmiştir; çünkü amacı kalabalığı dağıtmak değil, aksine “oraya toplandıkları için” Hintlileri cezalandırmaktır.168
Olaydaki bir diğer korkunç yön, açılan ateşin insanların kaçtığı çıkış kapılarına doğru yöneltilmesidir. Kurşunlar duvardaki dört küçük çıkış kapısına yığılan insanların üzerine yağmıştır, kendini korumak için yere kapananlar bile ateşe maruz kalmıştır. Kurşunlardan ölmeyenler izdiham nedeniyle kalabalığın ayakları altında kalmış ve ezilerek ölmüşlerdir.169
Olayla ilgili açılan kamu soruşturmasında ölü sayısının 1000’in üzerinde olduğu belirtilmiştir.170 Amritsar’da görev yapan İngiliz Doktor Smith ise 1800’den fazla kayıp olduğunu beyan etmiştir.171
Amritsar katliamı, İngiliz derin devletinin Hintlilere yönelik gerçekleştirdiği en zalimce katliamlardan biridir. |
Katliamın tetikçisi İngiliz subay Dyer’in olaydan bir gün sonra, 14 Nisan 1919 günü Amritsar’daki halka yönelik yaptığı bildiri şöyledir:
Resimde, Bengal kıtlığı sırasında, tren ile taşınan tahıllardan dökülenleri toplamak için trenlerin etrafında dolaşan Bengalli çocuklar görülüyor. |
Sizler, benim bir Sepoy (Hint Askeri Birliğine bağlı) ve asker olduğumu iyi biliyorsunuz. Savaş mı istersiniz yoksa barış mı? Eğer savaşmak isterseniz, Hükümet buna hazırdır ve eğer barış istiyorsanız, öyleyse emirlerime uyun ve tüm dükkanlarınızı açın; yoksa ateş edeceğim … Aksi takdirde dükkanlar zorla ve askeri birliklerle açılacaktır. Badmash’i (köylü militanları) bana rapor etmeniz gerekecek. Onları vuracağım. Emirlerime uyun ve dükkanları açın. Savaşmak istiyorsanız açıkça konuşun? İngilizleri öldürerek kötü bir eylemde bulundunuz. İntikam, sizden ve çocuklarınızdan alınacak.172
Olaydan sonra kalabalığa dağılmaları için herhangi bir uyarıda bulunmadığını itiraf eden173 Dyer, birliklerine ateş emri verdiğine dair hiçbir pişmanlık ifadesinde de bulunmamıştır.174 Dyer, yaptığı katliamın ahlaki gerekçeleri olduğunu ölene kadar savunmuşsa da bu olay, İngiliz derin devletinin vahşi deccali zihniyetini gösteren gerçeklerden biri olarak tarihe geçmiştir.175
Planlı Bengal Kıtlığı
İngiliz derin devleti, İngiliz yönetimine itiraz seslerini yükselten Hindistan halkını cezalandırmak ve diz çöktürmek için kasıtlı kıtlık meydana getirmiştir. Bunun sonucunda milyonlarca Hintli hayatını kaybetmiştir.
Kıtlıklar, kötü doğa koşullarında yeterli ürün sağlanamaması durumunda yaşanır. Ancak Hindistan’da yaşanan kıtlıkların sebebi doğa koşulları değildi. Burada yaşanan kıtlıktan, genellikle İngiliz Doğu Hindistan Şirketi sorumlu olmuştur. Nobel ödülünü kazanan Hintli Ekonomist Amartya Sen, 18. yüzyılın öncesinde Hindistan’da herhangi bir kıtlığa rastlanmadığını ve Hindistan’da “insan yapımı bir kıtlık” yaşandığını belirtmiştir.176
Bölgede arazilerin kontrolü Doğu Hindistan Şirketi’nin denetimi altına girdiğinde, tarımsal alanda toplanan vergi %10’dan %50’ye çıkarılmıştır.177 Verginin nakit olarak değil, ürün olarak da toplanması köylülerin yeterli gıda stoklamasına engel olmuştur. Ayrıca pirincin depolanması da yasaklandığı için, halk verimsiz geçen sezonları stok ile telafi edememiş ve milyonlarca kişinin ölümüne neden olan kıtlık kendisini göstermiştir.178
İngilizler gelmeden önce geçimlik ve ihtiyaca yönelik olan üretim, zorla ihraç amaçlı üretim halini alarak, Hindistan nüfusu, ürünleri, dünya pazarı için üretmek durumunda bırakılmıştır. Bu aşamadan sonra üretim, İngiliz derin devletinin planladığı şekle dönüştürülmüştür.
İngiliz Doğu Hindistan Şirketi bölgede pirinç yerine haşhaş ve kumaş boyası yapımında kullanılan “indigo” adlı bitkilerin ekilebilmesini istemiştir. Bunun için Bengal’deki pirinç ekilen tarım alanları tümüyle imha edilmiş, bu da Hintlilerin erzak stoklarını yok etmiş ve kıtlığa neden olmuştur.179
Çin’e uyuşturucu ticareti İngiliz derin devletine çok büyük karlar getirdiği için, İngiliz tüccarlar Hindistan’da yetiştirdikleri kenevir ve diğer bitkilerden elde edilen uyuşturucuyu Çin’e ihraç etmişlerdir.
Bu durum, 1769-1773 yıllarında yaşanan ve yaklaşık on milyon insanın –yani bölge nüfusunun üçte birinin– ölümüne neden olan Bengal Kıtlığı’nı doğurmuştur.180 Milyonlarca insanı etkileyen benzer kıtlıklar daha sonra da tekrarlanmıştır.
İngiliz derin devleti, Hindistan’da afyon üreticiliğine ağırlık vermiş ve verimli tarlalar, uyuşturucu üretimi için harcanmıştır. |
Akademisyen Yücel Bulut, söz konusu felaketin İngiliz derin devleti eliyle gerçekleştiğini şöyle açıklamıştır.
İngilizlerin her ne pahasına olursa olsun mümkün olan en kısa sürede en fazla servet birikimi yapma doğrultusunda vahşi bir sömürü güdüsüyle hareket ederek Hindistan’ın tüm üretim, ticaret ve paylaşım sistemini darmadağın eden siyasetleri 1769-1770 yıllarındaki meşhur Bengal kıtlığını doğurmuştu.181
İngiliz derin devletinin gerçekleştirdiği planlı Bengal kıtlığının korkunç sonuçları |
Şirket, yaşanan kıtlık hakkında detaylı raporlara ulaştığı halde, bu durumu telafi etmeye yönelik hiçbir girişimde bulunmamıştır. Kıtlık ile ilgili İngiliz yönetimine gelen raporlar dehşet verici durumu açıkça ortaya koymuştur:
Bu sabah, Lapwing Packet’in amiri Yüzbaşı Gardner, bahsi geçen paketin Bengal’den Falmouth’a güvenle ulaştığı haberi ile Doğu Hindistan Parlamentosu’na geldi. Bengal yerlileri arasında korkunç yıkımlar yapan büyük kıtlık ile ilgili rapor getirdi; yaklaşık iki milyon kişi ölmüş; bu nedenle ölüleri gömmeye yetecek kadar insan kalmamıştı.182
Bu raporun gelmesinden ve iki milyon kişinin ölümünden hemen sonraki yıllarda kıtlık daha da artış göstermiş ve ölü sayısı on milyona çıkmıştır.
Ancak yaşanan kıtlıktan haberdar olmasına rağmen İngiliz Doğu Hindistan Şirketi’nin tek ilgilendiği şey, Hindistan üzerinden sağladığı kârını arttırmaktı. Kıtlığın yaşandığı yıl boyunca tarımdan sağlanan gelir %14 azaldıysa da sonraki senelerde vergiler daha da arttırılarak gelir yükseltildi. Yaşanan kıtlığa rağmen Şirket tarafından kazanılan gelir 1771’de 1768’den yüksekti.183 Küresel olarak, şirketin kârı 1765 yılında 15 milyon Rupiden 1777’de 30 milyona yükseldi.184
Milyonlarca kişinin hayatını kaybettiği planlı Bengal kıtlığı, tarihin en büyük soykırımlarından biridir. Bunun sorumlusu ise İngiliz derin devletidir. |
1900’lü yıllardan sonra da Hindistan’da kıtlıklar yaşanmaya devam etmiştir. 19. yüzyılın sonunda Hindistan’da bir verimsiz sezon daha yaşanmış, tahmini olarak 15 milyon kişinin hayatını kaybettiği geniş çaplı kıtlıklar meydana gelmiştir. 1873-1874 yıllarında Bihar’da yaşanan kıtlıktan 21.5 milyon insan etkilenmiş,185 Madras’ta 1876-1878 yıllarında yaşanan kıtlıkta ise 5.5 milyon insan açlıktan yaşamını yitirmiştir.186
Madras kıtlığında, İngiliz asıllı Hindistan Valisi Lord Lytton’un emri ile rekor sayılacak miktarda buğday ihraç edilmesi (320 bin ton) ölümlerin fazla olmasının başlıca sebebidir.187 Hindistan’da her sezonun aynı verimlilikte geçmediğini bilen halk, buğday ve pirincini stok yaparak kıtlıktan korunurdu. Ancak daha fazla ihracat yapabilmek için tarım alanlarının hatalı kullanılması ve halkın stok yapmasına izin verilmemesi kıtlıkları kaçınılmaz kılmıştır.
Tüm bu kar odaklı ekonomi ve tarım politikaları ile İngiliz derin devleti bilerek ve isteyerek Hintlileri açlığa ve ölüme terk etmiştir. Çünkü İngiliz derin devleti için, Hintli halkın bir değeri yoktur; bu mafyavari zihniyet, ihraç edilecek ürünün gelirini, oradaki insanlardan daha kıymetli görmektedir.
1943 yılında İngiliz derin devletinin etkisi ile Bengal’de yeni büyük bir kıtlık afeti daha yaşanmıştır. Bu kıtlıkta 1.5 ila 4 milyon kişi, yetersiz ya da kötü beslenmeden ötürü yaşamını yitirmiştir.188 Yaşanan açlık, aynı zamanda, büyük ekonomik ve sosyal bozulmaya neden olmuş ve milyonlarca aileyi mahvetmiştir.189
Yapılacak dış yardımlarla kıtlığın durdurulması ve insanların kurtarılması mümkün olabilecekken, İngiliz derin devleti bunu gerçekleştirmemiştir. Hatta aksine yardımları engellemiştir. Nitekim dönemin İngiltere Başbakanı Churchill, 1943 yılında Hindistan’a gemilerle yiyecek götürülmesine izin vermemiştir.190 Zaten Churchill Ocak 1943’te, İngiltere’ye yiyecek ve hammadde stoklamak için Hint Okyanusu’nda faaliyet gösteren ticari gemilerin çoğunu Atlantik’e taşımıştır; bu nedenle Hindistan’a nakliye yapılamamıştır.191 Amerikan ve Kanada Hükümetlerinin gıda yardımı teklifleri de İngiliz Hükümetince reddedilmiştir.192
2010 yılında Scientific American‘ın eski editörü Madhusree Mukerjee, Churchill’s Secret War (Churchill’in Gizli Savaşı) isimli kitabında, kıtlığın planlı olduğunu ve milyonların ölümünün Churchill tarafından kasıtlı olarak tasarlandığını çeşitli belgelerle ortaya koymuştur. Mukerjee’nin kitabında geçen Churchill’in kıtlıktaki rolü, “10 Evil Crimes of British Empire” (İngiliz İmparatorluğu’nun 10 Korkunç Suçu) isimli makalede şöyle derlenmiştir:
Churchill, savaş koşullarının buna müsaade etmediğini söyleyerek, bolca malzemesi bulunan İngiliz birliklerinden malzemelerin aktarılmasını reddetti. Sadece bundan ibaret olsaydı çok tahrip edici olmazdı; ama aynı zamanda, iddiaya göre Kanada ve Amerika’nın Hindistan’a yardım gemilerini de engelledi. Hindistanlıların kendi başlarının çaresine bakmalarına da müsaade etmedi: Sömürge hükümeti, açlıktan kıvranan kitlelere yardım amacıyla ülkenin kendi gemilerinin ya da döviz rezervlerinin kullanılmasını yasakladı. Bu sırada Londra, son derece şişirilmiş alımları ile tahıl fiyatlarını, muhtaç ve ölmekte olan insanların satın alamayacağı kadar yukarı itti. İnsanın kanını en donduran şey; Delhi hükümeti kendisine telgrafla insanların ölmekte olduğunu haber verdiğinde, iddiaya göre Churchill sadece Gandi’nin neden hala ölmediğini sordu.
Tüm bunlar doğruysa –ki belgelerle destekleniyor– “Nazilerin karşısında duran İngiliz savaş kahramanı” Winston Churchill, Stalin’in Ukrayna’da yaptığı soykırım gibi çok sayıda masum insanın açlıktan ölmesine neden oldu.193
Bu acımasız uygulamalar, İngiliz derin devletinin sömürgesi altındaki ülkelere yönelik insanlık dışı davranışlarının ne noktaya varabileceğini göstermesi bakımından ibret vericidir. Sömürgesi altındaki ülkelerin halkına değer vermeyen, yalnızca ekonomik kâr odaklı düşünen ve hatta vahşet uygulamaktan zevk alan İngiliz derin devleti, yüzyıllar boyunca dünyanın dört bir yanında acıların yaşanmasına neden olmuştur.
Bengal Kıtlığı sonucunda, bölgedeki insanlar, hatta hayvanlar, yiyecek bulamadıkları için sokaklarda yaşamlarını yitirmişlerdir. |
İngiliz derin devletinin etkisindeki yazarlardan Türk düşmanı Charles Dickens, Barones Burdett Coutts’a yazdığı 4 Ekim 1857 tarihli mektupta, İngiliz derin devletinin ırkçı zihniyetini şu sözleriyle itiraf etmiştir:
Keşke Hindistan’da ben yetkili olsaydım … Bu ırkı ortadan kaldırmak için elimden geleni yapardım.194
İngiliz derin devletinin hakimiyeti altına girmiş siyasetçilerden Hindistan’ın ilk Başbakanı Cevahirlal Nehru’nun şu sözleri, derin devletin planlı bir strateji izlediğinin ve yönetimi kendi destekçilerine bıraktığının açık kanıtıdır:
“…birey olarak, İngilizlere karşı hiçbir kötü duygu beslemiyordum. Hatta benliğimin derinliklerinde, bu ırka hayrandım bile … Britanya Majestelerine karşı tam bir bağlılık duygusuyla, onun ayakkabı bağcıklarını dahi çözmeye kendimizi layık görmüyorduk.”195
Hintliler, İngilizler tarafından yalnız Hindistan’da değil Afrika’da da köle gibi çalıştırılmıştır. Tarihçi Eric Williams’a göre 1833 ve 1917 yılları arasında İngilizler Trinidad’a 145 bin, Guyana’ya 238 bin, Guadeloupe’a 39 bin Hintliyi çalıştırmak için getirmişlerdir.196
İngiliz derin devleti, köle olarak gördüğü Hintlileri, işçi olarak Afrika’nın çeşitli ülkelerine de göndermiştir. Hintli halk, sadece Hindistan’da değil İngiltere sömürgelerinin tümünde İngiliz derin devletinin zulmüne uğramıştır. |
İngiliz Derin Devletinin Hindistan’ı Bölme Planı
Hindistan’ın İngiliz derin devletinin istediği şekli alması, bölünmesi ve bir tarafta kullanılacak Hintlilerin, bir yanda da ezilecek Müslümanların bırakılması çok eski bir plandır. İngiliz tarihçi Mark Curtis bu gerçeği, Secret Affairs: Britain’s Collusion with Radical Islam (Gizli İlişkiler: İngiltere’nin Radikal İslam İle Gizli Anlaşması) isimli kitabında şöyle anlatmıştır:
İngilizlerin Hindistan hakkında oluşturduğu bilgilerin, ki buna akademik araştırmalar da dahil, kasten mezhep ayrılığına dayandırıldığı, Müslümanlar ve Hintliler arasındaki farklılıkların özellikle ön plana çıkarıldığı uzun zamandır birçok kişi tarafından dile getirilmiştir. Örneğin 1895-1904 arası Genel Vali olan Lord Curzon’a yazan Hindistan’dan Sorumlu Devlet Bakanı George Francis Hamilton, Lord Curzon’a şu önerileri vermiştir: “Ders kitaplarını öyle hazırlamalısınız ki topluluklar arasındaki farklılıklar daha da güçlenmeli … Eğer eğitimli Hintlileri tamamen farklı düşüncelere sahip iki bölüm olarak ayırabiliyorsak, bunu yapmalıyız. Bu farklılık, eğitimin, hükümet sistemimize yönelteceği saldırıya karşı elimizi güçlendirecektir.” Bombay’ın 19. yüzyıl Valisi William Elphinstone da “‘böl ve yönet’ Romalıların sloganıydı, bizim de olmalı” demiştir. Bu görüş İngiltere’nin Hindistan hakimiyetinin önemli bir parçası olmuştur. Devlet Bakanı Wood, 1862-63 arası Hindistan’ın genel valisi olan Lord Elgin’e yazdığı bir mektupta şöyle diyordu: “Hindistan’daki gücümüzü bir grubu diğer gruba karşı kışkırtarak koruduk. Bu şekilde yapmaya devam etmeliyiz. Dolayısıyla insanların ortak bir hissiyata sahip olmasını engellemek için elinden gelen her şeyi yap.” Hindistan’ın diğer bir eyalet sekreteri Vikont Cross da, Vali Lord Dufferin’a şöyle demişti: “Bu dini farklılık bizim çok avantajımıza”.197
İngiliz derin devleti, I. Dünya Savaşı sırasında gündeme getirdiği Hindistan’ın bölünme planlarını II. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla ertelemek zorunda kalmıştır. II. Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra bu konuyu tekrar, daha güçlü bir şekilde gündemde tutmuştur. Hindularla Müslümanlar arasında ciddi ayrılıklar çıkarmış ve iki topluluğun bölünerek farklı devletler oluşturmalarının “kendi yararlarına” olacağı telkinini yapmıştır. Bunun için kendi etkisinde tutabileceği kişiler tayin etmiş, bu kişilerin, kendi topluluklarını provoke etmelerini sağlamıştır. Plan ise şudur: Britanya Hindistan’ında Hindu nüfusun fazla olduğu bölgelerde Hindulara ait bir Hindistan devleti, Müslüman nüfusun fazla olduğu bölgelerde ise Müslümanlara ait bir Pakistan devleti kurulması.
İngiliz derin devleti Hindistan’a ayak basmadan önce, bu iki topluluk arasında hiçbir anlaşmazlık bulunmamaktadır.198 Dahası, o tarihlerde Müslümanların egemenliği ve zenginliği söz konusudur. Ancak daha sonra İngiliz derin devletinin etkisi ile Hindular ve Müslümanlar arasındaki fark hızla Müslümanların aleyhine bozulmuştur. Fransız tarihçi Marc Ferro bu değişimi şöyle anlatır:
İngilizlerin sayesinde Müslümanlar önce hakimiyet, sonra da egemenlik konumlarını yitirerek, iktidardaki konumlarından süpürülmüşlerdi. Daha sonra da, geleneğin yeniden değerlendirilmesiyle, kendilerini her türlü öncelikten saf dışı edilmiş bulmuşlardı. Son olarak da, iş dünyasının büyük hareketlerine katılanlar ve başlarda önemsiz olup da sonraları gerçek bir ekonomik ve politik güç haline gelen zenginliğiyle kapitalist yerli burjuvazinin içinde yer alanlar, artık yalnızca Hindular idi.199
İngiliz derin devleti, Hinduları hızla siyasete ve Hindistan’ın yönetimine dahil etmiş ve onların Müslümanlara karşı daha üstün bir statü kazanmaları için çalışmıştır.200 İngiliz derin devleti, Allahabad şehrinde Müslümanlar için ayrı, Hindular için ayrı seçimler uygulayarak ayrılıkçılığı resmen teşvik etmiştir.201 Tüm bu politikaların sonucu Hindular ile Müslümanlar arasındaki çekişmenin, şiddetli çatışmalara dönüşmesi sağlanmıştır.
1. Dünya Savaşı’nın da etkisiyle İngiltere için Hindistan’daki varlığını devam ettirmenin maliyeti çok yükselmiş, ülke bir külfet haline gelerek tüm cazibesini yitirmiştir. Tüm bu koşullar İngiltere’nin –sadece fiili olarak– Hindistan’ı terk etmesine yol açmıştır.
15 Temmuz 1947’de Birleşik Krallık Parlamentosu Hindistan’ın Bağımsızlık yasasını kabul ederek İngiliz yönetiminin bir ay sonra sona ermesini öngörmüştür. Son Hindistan Genel Valisi olan Lord Mountbatten, 14 Ağustos 1947’den itibaren Hindistan’ın bağımsız olduğunu; ancak Hindistan ve Pakistan olarak ikiye bölündüğünü ilan etmiştir.
Gazete başlıkları Hindistan’ın bağımsızlığını müjdelemiştir. Fakat uygulamada bu bağımsızlık asla gerçekleşmemiştir.
5 Ağustos 1947’de bağımsızlık konuşması yapan Hindistan Başbakanı Jawaharlal Nehru, bağımsızlık sonrası İngiliz derin devletinin himayesinden kurtulamamıştır. |
Bu kararla Hindistan’ın içindeki yönetimsel yapılar ve bölgeler, ilan edilen iki devletten birine bağlanma ya da bağımsızlık kararı verme noktasına gelmiştir. Ancak hem İngiliz Hükümeti hem de Hinduları temsil eden Kongre Partisi bunların Hindistan’a bağlanmaları yönünde propaganda yapmıştır.202 Şüphesiz bunda Hindistan’daki Kongre Partisi’nin aslında İngilizler tarafından kurulmuş olmasının etkisi büyüktür.203
Kamuoyuna Pakistan’ın Müslümanların ülkesi, Hindistan’ın da Hinduların ülkesi olacağı duyurulmuştur. Ancak İngiliz Hindistan’ında Müslümanlarla Hinduların yaşadıkları yerler birbirinden kolaylıkla kopabilecek ayrık bölgeler şeklinde değildir. Çünkü iki toplum yüzlerce yıl birbirine geçmiş bir halde yaşamıştır.
Haziran 1947’de hangi ülkeye hangi bölgelerin verileceğini belirlemek üzere Sir Cyril Radcliffe başkanlığında Bengal ve Pencap için iki ayrı komisyon oluşturulmuştur.
Radcliffe, görevine atanmadan önce Hindistan’ı hiç ziyaret etmemiştir. Hindistan hakkındaki bilgisi ve deneyimi oldukça yetersizdir. Radcliffe ve komisyon üyeleri, üstlendikleri bu görev için gereken uzmanlığa sahip değildirler. Bölgeler ile ilgili istatistiki bilgileri toplamak için bile zamanları yoktur. Üstelik, bir sınır çizmek için gerekli olan prosedürleri ve detaylı bilgileri kendilerine verecek danışmanları da yoktur. Ancak bunlara rağmen söz konusu kişilerden görevlerini hemen yapmaları istenmiştir. Görev ise, Hindistan’ı bölmek ve ülkede kargaşa çıkarmaktır.204
Komisyonların, 5 hafta gibi kısa bir sürede yüz milyonlarca insanı etkileyecek bir çalışma yapması gerekiyordu. Ancak Hindistan’a özgü coğrafi ve etnik koşullarda bu oldukça zordu. Üstelik Müslüman ve Hinduların arasında üçüncü bir toplum olarak Sihler de vardı. Dolayısıyla Pencap’ta Müslümanlar ve Hindularla birlikte Sih topluluğunu da göz önünde bulunduran bir sınır çizilmeliydi.
General Hastings Lionel Ismay, Sihler söz konusu olunca devreye girmiş ve Hint Ordusu için binlerce asker sağlayarak İngiltere Krallığına hizmet ettikleri için Sihlerin kayırılmasını istemiştir. İngiliz derin devletinin kışkırtmasıyla Sihler de bir tarafta kalmayı değil, kendi devletlerinin kurulmasında ısrarcı olmuşlardır.205
İngiliz derin devleti Hindistan’ı terk ederken, geride kanlı bir Hindistan-Pakistan gerilimi bıraktı. Derin devlet, görünürde bağımsızlık vermiş; ama toprakları bölerek, kardeşi kardeşe kırdırmıştır. |
Ülkenin, Hindistan ve Pakistan olarak ayrılmasının ardından Bangladeş de, Doğu Pakistan adıyla ayrıldı. Hindistan’ın elinde kalan topraklar bu iki Pakistan’ı birbirinden ayırıyor ve bağlantıyı kesiyordu. Ayrıca Doğu Pakistan olarak kalan toprakların, İngiliz işgalcilerin özellikle ihmal ettiği topraklar olması, zaman içinde çeşitli problemlere yol açtı. Burası, İngiliz derin devleti tarafından cazip görülmeyen alanlardı. Dolayısıyla içindeki insanlarla birlikte bu toprakların izole bir yerde bulunmalarında bir sakınca görülmüyordu. (Bengalli kardeşlerimizi tenzih ederiz) Doğu Pakistan Devleti’nin resmi dili konusunda da bir anlaşmazlık çıktı. Çünkü Doğu Pakistan halkı çoğunlukla Bengalce, Batı Pakistan halkı ise Urduca konuşuyordu. Bu ve benzeri problemler, İngiliz derin devletinin teşviki ile 1971’de iki Pakistan’ı bir iç savaşa götürdü. Savaşa, çok sayıda Hindu’nun ülkesine geçmesini bahane eden Hindistan da müdahale etti. Hindistan müdahalesi Pakistan yönetimini zor durumda bıraktı. Dolayısıyla Pakistan kuvvetleri daha fazla direnemedi ve 16 Kasım 1971’de Doğu Pakistan’ı kendi haline bıraktı. Bu tarihten sonra iki Pakistan arasındaki savaşa müdahale etmiş olan Hindistan kuvvetleri Batı Pakistan’dan ayrılan Bangladeş’i Mart 1973’e kadar işgal altında tuttular.
İşte, İngiliz derin devletinin tetiklediği kardeş kavgaları, bugün hala süren Hindistan-Pakistan gerilimini, Pakistan-Bangladeş kavgasını ve iç acıtıcı idamlarla gündeme gelen Bangladeş İç Savaşı’nı doğurmuştur. İngiliz derin devleti girdiği bir yere daha anarşi, terör, savaş, kan, vahşet, yokluk, kıtlık getirmiştir.
İngiliz derin devletinin sömürgelerinde işlediği suçları konu alan bir çalışmada, Radcliffe Hattı olarak isimlendirilen sınırın belirlenmesi konusunda yaşananlar şöyle anlatılıyor:
1947’de Britanya İmparatorluğu’nun bir memuru olan Radcliffe, tarihte tek bir kalem hareketiyle en fazla insanı öldüren kişi olmasıyla bilinir. Kendisini hazırlaması için neredeyse hiç zamanı olmayan Radcliffe, Hindistan ve yeni kurulmuş Pakistan arasındaki, bu kıta parçasının sonsuza dek sürecek dini ayrımını belirleyecek olan sınırların çizilmesiyle görevlendirilmişti. Bu, dikkatle yapılsa bile yoğun şekilde göçe ve etnik çatışmalara neden olma potansiyeli olan zor bir görevdi. Radcliffe’ten, bir de en önemli kararları tek bir öğle yemeği sırasında alması beklendi.
Pakistan kuvvetlerinin teslim olması sonucunda 16 Aralık 1971’de Bangladeş’in bağımsızlığı için imza atıldı. Bu parçalanma, bölge halkına daha büyük belalar getirdi.
(Üstte) 1971 Bangladeş bağımsızlık savaşı sırasında bölgeden ayrılmak zorunda kalan mülteciler Parçalanma, Hindistan, Pakistan ve Bangladeş’e, izleri hala devam eden acılar vermiştir. |
Sonuç, ne etnik ne de coğrafik açıdan mantığı olmayan bir sınır oldu. Yanlış tarafta kalmanın dehşetine kapılmış olarak, modern Pakistan’daki Hindular ve modern Hindistan’daki Müslümanlar ellerine sopaları alıp koşmaya başladılar. Sonuç, 30 milyon insanın çaresizce bir ülkeden ya da diğerinden kaçmaya çabalamasıydı; zihin-uyuşturan ani bir şiddet sarmalı doğdu.206
Radcliffe işini bitirip Hindistan’dan ayrılmadan önce bölüşüm ile ilgili tüm belgeleri yok etti.207 Ardında 500 bin kişinin ölmesine ve on milyonlarca insanın göç etmesine yol açacak sınırları bırakarak İngiltere’ye döndü. Yaptığı bu sözde hizmetin ödülü, İngiliz derin devletinin en merkezi kurumu olan Privy Konseyi’ne üyelik oldu.208
Parçalama ve yerel halkları birbirine düşürme, İngiliz derin devletinin çok iyi bilinen bir taktiğidir. Bunun en acı örneklerinden bir tanesi Hindistan üzerinde uygulanmıştır. Halen devam eden çatışmalar, kardeş iki halk olan Müslümanlarla Hindular arasındaki anlaşmazlıklar, hep İngiliz derin devletinin ürünüdür. İngiliz derin devleti, çok iyi bilindiği gibi, kendi yancılarını devreye soktuktan ve kargaşa ortamını oluşturduktan sonra, söz konusu ülkelerden fiilen ayrılmaktadır. Bu taktiksel ayrılış, hiçbir zaman gerçekleri yansıtmamaktadır. İngiliz derin devletinin eli, gerek askeri, hukuki ve siyasi anlamda, gerekse yancılar bakımından halen, ayırıp parçaladığı bu devletlerin üzerindedir.
Yemen
Akdeniz ile Hint Okyanusu arasındaki güzergahta, Yemen’in en önemli körfez şehri olan Aden, ticari öneminin yanında, son derece stratejik bir konuma da sahiptir. Çünkü Aden’e hükmeden, Bab’ül Mendep boğazına, dolayısıyla Hint Okyanusu ve Akdeniz arasındaki tüm deniz trafiğine hükmedebilmektedir. İşte bu nedenle 18. yüzyılın sonlarından itibaren Aden, büyük bir deniz gücüne sahip olan İngiliz derin devletinin ilgisini çekmiştir.
İngiliz derin devleti, Aden’in kontrolü için İngiliz Doğu Hindistan Şirketi’ni kullanmıştır. Bu şirketin, gemilerini bu bölgeye getirip götürmeye başlaması, ilerleyen zamanlarda İngilizlerin buraya ilgisinin artacağının işareti olmuştur.209
Aden Körfezi, ticari öneminin yanı sıra, stratejik öneme de sahiptir. Bu nedenle İngiliz derin devletinin her zaman gözdesi olmuştur. |
İngiliz derin devleti, çeşitli entrikalar ve rüşvet yoluyla uzun zaman boyunca Aden’i ele geçirmeye çalışmıştır. İngiliz derin devletinin bu teşebbüsleri sonuç vermeyince, Arap korsanların İngiliz ticaret gemilerine engel oldukları bahanesi kullanılmış ve şehir, İngilizler tarafından tam anlamıyla gasp edilmiştir. İngiliz Kaptan Stafford Bettesworth Haines, 19 Ocak 1839 tarihinde Sultan ve ailesini şehri terk etmek zorunda bırakarak işgali tamamlamıştır.210
İngilizler Aden’i aldıktan sonra Aden çevresindeki bağımsız sultanlar ile bağlantı kurmuşlardır. Yemen İmamı’nın karşı çıkmasına rağmen bölgedeki sultanlar ile dostluk ve koruma anlaşmaları yapmışlardır. Bu anlaşmalarla Yemen’in 1840 yılında ikiye bölünmesini sağlamış ve Güney Yemen’i idare altına almışlardır.211
İngiliz derin devletinin Yemen’i ele geçirmek için kullandığı başlıca yöntem rüşvet olmuştur. İngiliz derin devleti, Yemen’de geniş topraklar üzerinde yetkisi olan şeyhleri, “kira” adı altında ödenecek rüşvetler yoluyla kendi otoritesine biat etmeye ikna etmiştir. Bazı şeyhler bu küçük düşürücü rüşvete tamah ederek İngiliz derin devletinin yancıları haline gelmiş ve Osmanlı’ya savaş açmışlardır.212
Aden Körfezi, ticari öneminin yanı sıra, stratejik öneme de sahiptir. Bu nedenle İngiliz derin devletinin her zaman gözdesi olmuştur. |
Yemen’deki ticari faaliyetler İngiliz derin devletinin gücüne güç katmasını sağlamış ve Aden, Kraliçe Victoria’nın tahta çıkmasından sonra İngiliz İmparatorluğu’na eklenmiştir.213 Aden, 1937 yılına kadar İngiliz derin devletinin Hindistan’daki mensuplarınca Aden Kolonisi adı altında yönetilmiştir.
1960 yılında Aden’in idaresi konusunda, İngiliz derin devletine bağlı güçler ile Yemenliler arasında büyük bir mücadele gerçekleşmiştir. İngilizler, isyanı bastırmak için, açtıkları işkence merkezlerini kullanmışlardır. İngiliz derin devletinin sömürgelerinde işlediği büyük insanlık suçlarına yer verilen bir internet sitesinde, Yemen’de yaşananlar şöyle anlatılmıştır:
Sert ve acımasız; bu merkezler, Kim Jong-Un’un bile gördüğünde fenalaşacağı kadar korkunç bir tür vahşete ev sahipliği yaptı. Tutuklular, çırılçıplak soyuldu ve donma ve zatürreye yol açacak şekilde buzdolabı hücrelerinde tutuldu. Gardiyanlar, sigaralarını mahkumların derileri üzerinde söndürürlerdi ve dayak çok yaygındı. Ama belki de en kötüsü cinsel aşağılamalardı. Gözaltındaki yerliler, cinsel organlarının gardiyanlar tarafından ezilmesini ya da metal bir çubuğa çıplak şekilde oturmaya zorlanmayı bekleyebilirlerdi.
1966 yılı itibariyle, bu tacizlere ilişkin bir Af Örgütü Raporu küresel boyutta öfkeye neden oldu. Uluslararası kınama ile karşı karşıya kalan İngiltere, özür diledi. Sonra işkence merkezlerini bir sene boyunca kullanmaya aynen devam etti.214
Yemen tarihi, İngiliz derin devletinin kullandığı yöntemleri anlamak bakımından tam bir kılavuz niteliğindedir. Tehdit, şantaj, rüşvet, aşağılama, kışkırtma, haraç alma, sömürme, gasp etme İngiliz derin devleti için vazgeçilmez yöntemlerdir. Bu konunun en büyük mağdurlarından biri Yemen olmuştur. Bunun nedeni, Yemen’in parçalanmasının ve Osmanlı’ya başkaldırmasının, hem Osmanlı’yı zayıflatacağı hem de İngiliz derin devletinin en büyük korkularından biri olan İslam Birliği’ni engelleyeceğinin düşünülmesidir.
Yemen’de ve Kızıldeniz kıyılarında görev yapmış bir İngiliz subayı olan G. Wyman Bury anılarını yazdığı kitabında Müslümanların birlik olmasından duyulan korkuyu şöyle aktarmıştır:
Biz İngilizler Pan-İslam hareketini sinsi ve çok tehlikeli kabul ediyorduk ve köküne inerek yayılmasını önlemeye çalışıyorduk.
… biz İngilizlerin saldırganlıkları karşısında ortaya çıkacak gerçek bir Pan-İslam hareketi ise başımıza büyük bir problem çıkarabilir.215
İslam Birliği, İngiliz derin devleti için daima büyük bir korku sebebi olmuştur. Çünkü İslam Birliği, İngiliz derin devletinin acımasız uygulamalarını durduracak ve dünyaya barış ve esenlik getirecek bir güzelliktir. İslam Birliği, İngiliz derin devletinin saldırganlığına ve fitnelerine karşı kesin çözüm olacaktır. İşte bu nedenle, o dönemde de, şimdi de, derin devletin mensupları asıl olarak bu birlikteliğe savaş açmıştır.
1960 yılında, İngiliz derin devletinin zulmüne karşılık Yemen’de, yerli halk direniş göstermiş, İngiliz birliklerinin bu direnişe karşılığı çok sert olmuştu. Akla hayale gelmeyecek vahşet sahneleri, o tarihte Yemen’de gerçekleşti. |
İslam Birliği, mutlaka gerçekleşecektir. Müslümanlar sadece birbirleriyle değil, dünyadaki bütün iyilerle birleşecek ve kötülüğü bu dünyadan kaldıracaklardır. Bu da, Hz. Mehdi (as) vesilesi ve önderliği ile olacaktır. İngiliz derin devleti, geçmişten beri bu gerçeğin farkında olduğundan, tarih boyunca bütün çabası, Müslüman ittifakını önleme yolunda olmuştur. Çabası, Allah’ın izni ile boşa çıkacaktır.
Allah’ın vaadi mutlaka gerçekleşecektir:
Allah içinizden iman edenlere ve salih amelde bulunanlara vaat etmiştir: “Hiç şüphesiz onlardan öncekileri nasıl ‘güç ve iktidar sahibi’ kıldıysa, onları da yeryüzünde ‘güç ve iktidar sahibi’ kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir…” (Nur Suresi, 55)
İngiliz Derin Devletinin Yemen’e Mirası: Gat Belası
İngiliz derin devletinin Yemen’de işlediği tek suç işgal ve sivil katliamı değildir. Ülkede yaygın bir biçimde kullanılan ve uyuşturucu etkisi ile tanınan gat bitkisi (“kat” olarak da bilinir) İslam tarihçisi ve Yemen uzmanı Prof. Dr. İhsan Süreyya’nın tespitine göre İngiliz derin devleti tarafından İngiltere’nin bir başka sömürgesi olan Habeşistan’dan buraya getirilmiştir.216
Gat, İngiliz derin devleti tarafından Yemen’de yaygınlaştırılmış ve halk, hem bu maddenin bağımlılığı altına girmiş hem de ekili alanlarını bu maddeye ayırmıştır.
(Solda) Aden’e gat taşıyan bir kervan |
Gat, hem kullananlarda hem de Yemen’in üzerinde büyük tahribatı olan bir uyuşturucu maddedir. Nüfusunun %45’i yoksulluk sınırının altında bulunan Yemen’de, her üç erkekten ikisinin günde 5 Dolarlık gat kullandığı düşünülecek olursa, bu bitkinin ülkeye maliyetinin oldukça büyük olduğu kolayca anlaşılabilir. Öyle ki, bazı araştırmacılar, Yemen’de gata harcanan paranın gıdaya harcanan paradan daha fazla olduğunu bile iddia etmişlerdir.
Gat kullanan Yemenlilerde zihinsel faaliyetlerde yavaşlama ve tembelleşme görülmektedir. Bu nedenle Yemenlilerin çalışma saatleri kısalmıştır. Bu da zaten zor durumda olan Yemen’in ekonomisine inen ayrı bir darbedir.
Gatın bir başka zararı da tarım üzerindedir. Yemen’de köylüler, karlı olduğu için topraklarında meyve, sebze veya tahıl yerine gat yetiştirmektedirler. Gat, tarım alanlarının önemli bir kısmını kaplayarak, ülkede zaten kısıtlı olan su kaynaklarının çok daha verimsiz bir biçimde tükenmesine neden olmaktadır. Yemen’de tarımsal sulamanın %40’ı, hatta bazı kaynaklara göre %60 kadarı gat bitkisi için yapılmaktadır. Gat üretiminin her yıl %10’dan fazla arttığı düşünülecek olursa, yol açtığı su tüketiminin ne kadar hassas bir konu olduğu da kolayca anlaşılabilmektedir. Gat bitkisi suya ihtiyacın çok fazla olduğu kurak iklimli Yemen’de susuzluğun her geçen gün daha şiddetli bir biçimde hissedilmesine neden olmaktadır.
İngiliz derin devletinin sömürgesi altında olduğu dönemde, Yemen’de gat maddesini yaygınlaştırmasının temel nedeni –Amerika’dan Avrupa’ya tütün ya da Hindistan’dan Çin’e afyon satışında olduğu gibi– kolay yoldan büyük paralar kazanma ihtirası ve yerel halkı pasifize etme stratejisidir.
Afrika
İngiliz derin devletinin sömürge zulümlerinden bahsederken Afrika kıtasındakilere de özel bir yer vermek gerekir. Çünkü Afrika, %90 oranında sömürge altına girmiş bir kıtadır ve en büyük pay İngiltere’ye aittir. 16. yüzyıldan itibaren sömürülmeye başlayan bu kıta, 1884-85 Berlin Konferansı’yla birlikte Avrupalı güçler tarafından paylaşılmıştır.217
Afrika, 1884-85 yılları arasında gerçekleşen Berlin Konferansı sırasında Avrupalı güçler tarafından paylaşılmış, en büyük pay İngilizlerin olmuştur. |
Avrupa’da 1756-1763 yıllarında yaşanan Yedi Yıl Savaşları, Afrika kıtasındaki sömürgelerin paylaşılamaması nedeniyle çıkmış ve özellikle Fransa ile İngiltere arasında çok şiddetli geçmiştir. İngiltere’nin zaferiyle sonuçlanan savaştan sonra İngiltere, Fransa’nın ve Hollanda’nın Afrika’daki topraklarını da almıştır.
İngiltere, 1843-1899 yılları arasında Gambiya, Sierra Leone, Fildişi Sahilleri, Çad ve dünyanın en büyük altıncı petrol ihracatçısı olan Nijerya’yı işgal etti.218 Süveyş Kanalı nedeniyle jeopolitik önemi çok yüksek olan Mısır’ı işgal ettiğinde tarih 1882 idi. Bunun ardından, uzun bir mücadele ile Sudan’ı 1899’da işgal etti. Gana ve diğer çok sayıdaki ülke de İngiltere tarafından işgal edilen Afrika ülkeleri arasındaki yerini aldı.
İngiliz derin devleti, Zimbabwe, Zambiya ve Malavi’de ise farklı bir yöntem izleyerek buraları “serbest ticaret bölgesi” ilan etti; bu aşamadan sonra bu ülkeleri artık İngiliz derin devletinin özel şirketleri yönetiyordu.
Son olarak Güney Afrika Savaşı’nı da İngiliz derin devleti kazandı. I. Dünya Savaşı’ndan sonra ise, İngiltere, Osmanlı Devleti ve Almanya’nın elindeki bazı toprakları da alarak Kamerun’un bir kısmı ile birlikte Togo ve Tanganika’yı işgal etti.219
Afrika’daki sömürgelerin paylaşılamaması nedeniyle başlayan, 1756-1763 yılları arasında devam eden Yedi Yıl Savaşları’nın temsili resmi |
Somali, İngiliz Somalisi ve İtalya Somalisi olarak ikiye ayrıldı.220 1941’de ise, İngiltere İtalya’nın elindeki toprakları da aldı. Uganda, Kenya ve Bechuanaland (Botswana) da artık İngiltere’nin işgali altındaki Afrika ülkeleriydi.221
İngiliz derin devletinin Afrika’da gerçekleştirdiği bu işgallerde yaşananlar, Niall Ferguson’un, İmparatorluk: Britanya’nın Modern Dünyayı Biçimlendirişi isimli kitabında şu şekilde tarif edilmiştir:
Kabile şefleri kandırıldı, kabileler yurtlarından edildi, miraslar bir parmak damgasıyla ya da titrek bir çarpı işaretiyle insanların elinden alındı ve her türlü direniş Maxim makineli tüfeğiyle biçildi. Afrika toplumları birbiri ardı sıra boyunduruk altına alındı. Zulular, Matabeleler, Maşonalar, Nijer krallıkları, Kano’nun İslam emirliği, Dinkalar ve Masailer, Sudanlı Müslümanlar, Benin ve Bechuana. Yeni yüzyıla girilirken bölüşüm tamamlandı.222
İngiliz derin devleti, her zaman olduğu gibi Afrika’daki sömürü politikasını da vahşet ile başlatmıştır. Afrika’nın, İngiliz derin devleti tarafından keşfedilmesi için ilk görevlendirdiği isimlerden biri olan Henry Morton Stanley, henüz teknesinden inmeden vurmuş olduğu Afrikalılar ile ilgili olarak şu sözleri günlüğüne yazmıştır: “Şamatayı susturmak için altı atışla dört ceset yetti“.223
Resimlerde, İngiliz derin devletinin idaresi altında, başta İngiltere olmak üzere tüm Avrupa ülkelerinin Afrika’yı sömürmelerini tasvir eden çeşitli temsili çizimler görülmektedir.
“Merak etme Afrika. İşimiz bitince gideceğiz.” |
Tarım üzerine kurulu bir kültürel yapısı olan Afrika’da toprakların halkın elinden alınması, insanların yaşadıkları yerlerden sürülmeleri ve köle işçi olarak çalıştırılmaları, tüm sosyal hayatı alt üst etmiştir. Koloni sonrası dönem çalışmalarıyla ünlü antropolog Talal Asad, bu dönemi şöyle özetlemiştir:
Toplumsal ve siyasal eşitlik şöyle dursun, dinsel eşitliğe bile izin vermedik.224
Tarihçi Mark Curtis, İngiliz derin devleti himayesi altındaki bir kısım İngiliz büyüklerinin Afrika hakkındaki düşüncelerini ise şöyle ifade etmiştir:
İşçi Partisi’nden Dışişleri Bakanı Ernest Bevin 1948 yılında temel ihtiyacın “Afrika kıtasının… kaynaklarını herkese açmak” olduğunu söylüyordu. 1947’de Feldmareşal Montgomery “İngiliz Afrika’sında sınırsız gelişim olanakları olduğunu ve bu gelişimin, Büyük Britanya’nın yaşam standartlarını korumasına ve hayatta kalmasına olanak sağlayacak şekilde kullanılmasından” bahsediyordu ve “bu topraklar ihtiyaç duyduğumuz her şeye sahip” diyordu. Ayrıca İngiltere’nin kıtayı geliştirmesi gerektiğini bunun için “büyük bir tasarım” olması gerektiğini, çünkü Afrikalıların “tamamen vahşi olduklarını ve kendikendilerini geliştiremeyeceklerini” söylüyordu.225 (Tüm Afrikalıları tenzih ederiz)
İngiliz derin devleti, işte bu düşüncelerle Afrika’daki sömürü politikasını genişletmiş, bölgede hem kendi vahşet yöntemini kullanmış hem de halkları birbirine düşman etme yönündeki klasik politikasını da uygulamıştır. Bu yöntemle Afrika’da binlerce yıldır birlikte yaşayan kabileler birbirine düşmüş, halen devam eden iç savaşlar başlamıştır. Bu durum, İngiliz derin devletinin “böl, parçala ve sömür” stratejisini burada kolaylıkla uygulamasını sağlamıştır. Bu suni bölünmenin yarattığı trajedi, Afrika’da halen son bulmuş değildir.
İngiliz derin devletinin Afrika’daki hakimiyetini çeşitli ülkelerden örnekler vererek inceleyelim.
Afrika’da, ölmek üzere olan bir çocuğun başında bekleyen akbabayı gösteren Pulitzer ödüllü bu resim, bölgedeki vahim durumun özetidir. |
Mısır
Mısır’ın tarihi kalıntıları üzerinde İngiliz askerleri |
1870’li yıllarda Hindistan, ithalatının % 80’ini İngiltere’den yapmaktaydı. Bu nedenle o dönemin ünlü İngiliz diplomatı Lord Cromer, Hindistan’a giden deniz yolunun geçtiği Süveyş Kanalı’nın ve dolayısıyla Mısır’ın daima İngiliz işgali altında tutulmasını istemiş ve savunmuştur. 1883’de İngiltere, Mısır üzerinde kendi idaresini kurmuş ve atadığı Başkonsolos Cromer ile İngiliz yönetimini burada kalıcı olarak tesis etmiştir.226
Mısır, resmen İngiliz kolonisi olarak ilan edilmemiş olmasına rağmen, teoride Osmanlı toprağı olan ve hidivlerle yönetilen bu bölgenin ekonomik ve politik yapısı tamamen İngiliz derin devleti tarafından kontrol edilmiştir.227 Yöneticilerin üzerindeki tüm denetim her zaman İngiliz valilerin ya da yüksek komiserlerinin elinde olmuştur.228 Ortadoğu’da Siyaset adlı akademik bir yayında Mısır’daki durum şu şekilde ifade edilmiştir:
Mısır, İngiliz işgali altında bulunduğu sürece İngiliz endüstrisi için pamuk yetiştiren bir ülke haline getirilmiştir. Mısır’ın siyasi, askeri ve kültürel (eğitim) yapısı da aynı şekilde bütünüyle İngiliz çıkarlarına göre biçimlendirilmiştir. Görünüşte Mısırlı bürokratlar tarafından yönetilen ülkede danışman sıfatıyla binlerce İngiliz görevli bulunmuştur.229
Bu noktada İngiltere’nin, aslında Osmanlı toprağı olan Mısır’a ticari bahanelerle girip, aşama aşama yönetimde söz sahibi olduğunu ve sonra bölgeyi ilhak ettiğini hatırlamak gerekmektedir. Söz konusu ilhak süreci, İngiliz derin devletinin zihniyetini ve Mısır üzerindeki planları anlamak bakımından önemlidir. Bu konu, elinizdeki kitabın 1. cildinde detaylı olarak işlenmiştir.
İngiltere, 1914 yılının Aralık ayında Mısır’da protektora kurduğunu ilan etmiştir.230 (İngilizler, tek taraflı bir karar ile koruma ve denetim altına aldıkları devletlerde kullandıkları hukuksal rejimi “protektora” olarak isimlendirmişlerdir.) Buna göre, Mısır’daki yüzlerce dönüm verimli toprak, fabrikalar, madenler, demiryolları ve sulama tesislerinin çoğu, İngiliz derin devletinin denetimi altına girmiştir.
Bu bölgedeki stratejik açıdan en kritik noktalardan biri olan Süveyş Kanalı Şirketi’nin ise %45 hissesi, İngiliz hükümetinin eline geçmiştir. İngiliz bankalarının, Mısır’a verdiği borçların yalnız yıllık faizleri dahi 4 milyon Pound’u bulmaktadır. İngiliz derin devleti yancıları olan bir kısım feodal toprak ağaları ile Mısır’ın bazı ileri gelenleri haricinde tüm halk mağduriyet içinde kalmıştır.231
İngiltere’nin 1922 yılında Mısır’a bağımsızlık verdiğini açıklamasına rağmen, uygulamada İngiliz işgal kuvvetleri, danışmanlar ve temsilciler olduğu gibi kalmıştır. 1923’te, Mısır Anayasası’nı İngiltere belirlemiştir. Kurulan hükümetler, daima İngiliz derin devletinin onayından geçen hükümetler olmuştur. Kurala uymayanlar ise İngiliz derin devleti tarafından darbelerle indirilmiştir.232
1936’da İtalya’nın Etiyopya’yı işgali ile bölgede dengeler kritik bir hal alınca, İngiltere, Mısır ile “İttifak Anlaşması” imzalayarak, limanlar ve havaalanları dahil tüm ulaşım araçlarını, doğrudan kendi emrine almıştır. Anlaşmada, 1882 yılından beri zaten İngiliz derin devletinin hakimiyetinde olan Süveyş Kanalı da hukuken İngiltere’nin emrine verilmiştir. Süveyş Kanalı’nda 10 bin İngiliz kara askeri, 400 pilot ve 4000 sivil personel vardır ki herhangi bir tehlike durumunda bu kuvvetlerin arttırılabileceği de Antlaşma’da belirtilmiştir.233
Ortadoğu’da Siyaset isimli yayında Mısır’daki bu yeni durum şu şekilde açıklanmıştır:
Mısır’ın işgalinin sona erdiğini bildiren 1936 Antlaşması, aslında İngiliz varlığını hukukileştiriyordu. Mısır daha 1922’de bağımsız ve egemen bir devlet olarak ilan edilmişti. Ama İngiltere’nin bu bağımsızlığı ciddi biçimde sınırlayan dört şartı, İngiltere’nin, yabancıları Mısır’ın içişlerine karışmaktan menetmeleri ve kapitülasyonların devam edecek olması bir bağımsızlık sözünü özden mahrum etmiş, Mısır bir çeşit protektora olmaktan kurtulamamış ve Mısır’ın de jure (hukuki) statüsü ile de facto (pratikte uygulanma) durumu arasında önemli farklar sürüp gitmişti.234
Mısır’da yaşananlar, İngiliz derin devletinin, kendi çıkarlarını korumak için bir ülkenin içyapısına ne denli sızabildiğini göstermektedir. İngiliz derin devleti, Mısır’da bugün halen etkindir. İngiltere eski Başbakanı Tony Blair’in Mısır’da bir darbe ile ele geçiren General Sisi’nin danışmanı olması bunun işaretlerinden biridir.235
Süveyş Kanalı ile seyahatler 45 saatten 15 saate inmiştir, bu da Kanalı dünyanın en önemli deniz geçitlerinden biri haline getirmiştir.
İngiliz derin devleti, Mısır’ı İngiltere ile bir ittifak anlaşmasına zorlamış ve bu anlaşma sonunda Süveyş Kanalı, hukuken İngiltere’nin eline geçmiştir. Böylelikle İngiltere, tüm ticaret yollarına hakim olabilmiştir. |
Nijerya
İngiliz derin devleti, 1905 yılında işgal ettikten sonra kuzey ve güney olarak ikiye böldüğü Nijerya’nın güneyinin sömürülmesinde “eğitim” taktiğini kullanmıştır. Güney Nijerya’da açılmış olan çok sayıdaki Hıristiyan misyoner okulundan mezun olanlar, idari kadrolarda görevlendirilmişlerdir. Tamamen İngiliz derin devletinin güdümünde olacak şekilde yetiştirilmiş olan bu insanlar, elde ettikleri imkanları kaybetmemek için, kendi halkına karşı sömürgeci yönetimi destekleyen sözde “aydın” bir azınlık grubu oluşturmuşlardır.
Şu an Nijerya’yı kana bulayan Boko Haram terör örgütü, “Batı eğitimi haram” anlamına gelen isminden de anlaşılacağı üzere, söz konusu eğitim sistemine karşı bir hareket olarak doğmuştur. Fakat, sömürü altındaki ülkelerde ortaya çıkan tüm diğer terör örgütlerinde olduğu gibi bu örgütün de çıkış ve destek noktası, İngiliz derin devletidir. Bu konu, terör örgütlerinin konu alındığı bir sonraki ciltte detaylı işlenecektir.
İngiliz Koloni Yöneticisi Frederick Lugard tarafından işgal edilen Kuzey Nijerya’da ise İngiliz derin devleti, çok farklı bir taktik uygulayarak “dolaylı yönetim” denen bir sömürge sistemi yerleştirmiştir. Bu bölgedeki yerel yöneticiler, kendilerine gönderilmiş olan “Atama Mektupları”nda belirtilen direktiflere uymak zorunda tutulmuşlardır.236 Bu mektuplar doğrudan İngiliz derin devleti tarafından gönderilmiştir.
Nijerya, İngiliz Koloni Yöneticisi Frederick Lugard tarafından işgal edilmiş ve bölgede yerel yöneticiler, atama mektuplarıyla kendilerine verilen direktifleri uygulamışlardır. |
Nijerya petrolünün büyük kısmı Biafra bölgesindedir. Bölgede çocuklar dahi açlık çekerken, bölgeyi yöneten İngilizler, gelirin tümüne el koymaktadırlar. |
Eski sömürge politikalarının etkisi ile Nijerya’nın Biafra bölgesinde ayrılıkçı bir hareket ortaya çıkmıştır. İngiliz derin devleti hem bu hareketin ortaya çıkmasında hem de merkezi hükümetin bu hareketi bastırmasında büyük bir rol oynamıştır. Böyle ikili bir rol oynamak, bilindiği gibi, İngiliz derin devletinin sıkça kullandığı bir taktiktir.
Bu oyunda İngiliz derin devletinin tarafını belirleyen ana etken, bölgedeki petrol rezervleri olmuştur. Nijerya petrolünün büyük kısmı Biafra bölgesinde yer almaktadır. Bölgedeki en önemli üretici şirket ise İngiltere Hükümeti’ne aittir.
İngiliz derin devleti, II. Dünya Savaşı’ndan sonra resmi olarak Afrika’daki hakimiyetini sonlandırmışsa da fiili hakimiyetini sürdürmüştür. Afrika sömürüsü, gerek suni olarak çıkarılan iç çatışmalarla, gerekse finansal hakimiyet yöntemleriyle hala devam ettirilmektedir. Afrika toprakları, bugün de İngiliz derin devleti tarafından sömürülmekte; doğal kaynaklar bakımından zengin Afrika, hala açlıkla boğuşmaktadır.
Güney Afrika Cumhuriyeti
İngiliz derin devleti, gerek Hindistan ve Avustralya’ya giden deniz yolu üzerindeki önemli konumu, gerek zengin tarımsal imkanları, gerekse kıymetli madenleri nedeniyle Güney Afrika’ya özel bir önem vermiştir. Ayrıca Mısır’dan Güney Afrika’ya kadar inen kuşağı ele geçirmek İngiliz derin devletinin en büyük hedeflerinden biri olmuştur. Ne var ki Afrikaner ya da Boer olarak da isimlendirilen Hollanda kökenlilerin Güney Afrika’da kendi devletlerini kurması İngiliz derin devletinin hedeflerini sekteye uğratmıştır.
Afrika’nın, haritada da görüldüğü şekilde sahip olduğu olağanüstü zenginlik, İngiliz derin devletinin daima dikkatini cezbetmiştir. Kara kıta, işte bu nedenledir ki, Deccal Komitesi’nin sömürüsünden, tarihin hiçbir döneminde kurtulamamıştır. |
(Solda) Lord Kitchener
(Yukarıda) Boerlere karşı acımasız uygulamalarıyla tanınan Lord Kitchener, Güney Afrika’da diğer İngiliz kurmaylarla birlikte |
19. yüzyılın sonlarında Güney Afrika’da yeni kurulmuş olan Boer Cumhuriyetleri’nde altın ve elmasın keşfiyle birlikte bir yandan İngiliz maden arayıcıları bölgeye akın ederken, diğer yandan ülkede İngiltere işgaline karşı güçlü bir direniş ortaya çıkmıştır. Boer otoriteleri bu İngiliz yabancılara (kendi deyimleriyle “uitlander”lara) siyasi haklar vermeyi reddedince, De Beers Madencilik Şirketi’nin kurucusu Cecil Rhodes ve diğer İngiliz müteşebbisler, Boer Savaşı’nda yer almak üzere İngiliz yerleşimci milisleri silahlandırmışlardır.237
Yeni İngiliz yerleşimciler ve Boerler arasındaki çarpışmalar, yıllarca gerilla savaşları biçiminde sürmüştür. Sonunda bölgedeki İngiliz kuvvetlerine komuta eden Lord Kitchener’in acımasız uygulamaları karşısında Boerler, İngilizlere boyun eğmek zorunda kalmışlardır. Bu uygulamalardan biri İngilizlerin Boerler için kurduğu toplama kamplarıdır. Pretoria ve Bloemfontein’da ilk iki kampın kurulmasından sonra ardı sıra kurulan kamplar birer “İngiliz olmayanları toplama merkezine” dönüşmüştür. Bu dönüşüm 21 Aralık 1900’de Lord Kitchener’ın imzaladığı mutabakat zaptı ile sağlanmıştır.
Bu kamplarda tutulanlar işkenceden, yargısız infaza kadar pek çok insanlık dışı muameleye maruz kalmışlardır. Bu muamelelerden bazıları ile ilgili detaylar şöyledir:
Hepimiz toplama kamplarının dehşetini biliriz, ama Boer Savaşları boyunca on binlerce masum insanın toplanması ve kamplarda alıkonması (İngiltere açısından) dahiyane bir hareket gibi görünüyordu. İngiltere, Güney Afrika halkını kontrol altında tutmalıydı ve onları alıkoyacak insan gücüne ve imkanlara sahipti. Bunda ne mahzur olabilirdi ki?
Oysa hemen her şey mahzurluydu. Kavurucu sıcaklıktaki güçlü Afrika güneşinin altına yerleştirilmiş, sineklerle dolu olan kamplar, kapasitesinin üstünde kalabalıktı ve kuşatma altındaydı; dolayısıyla ölümcül hastalıkların salgın şeklinde yayılmasına çok müsaitti. Besin tedariki neredeyse sıfırdı ve acımasız muhafızlar suç kabul ettikleri en ufak bir durumda insanların zaten yetersiz olan erzaklarında kesinti uygulayabiliyorlardı. Sonuç: Hastalıklar ve ölüm, orman yangını gibi yayıldı, binlerce kadın ve on binlerce çocuk öldü. Tek bir yıl içinde, Boer nüfusunun %10’u İngiliz kamplarında öldü. Bu oranın, 22 bin çocuğu kapsadığını öğrendiğinizde durumun ne kadar kötü olduğunu daha iyi fark edersiniz.
Ama vahşet bu kadarla kalmadı. İngilizler Boerleri baskılayıp kontrol altına aldıktan sonra, karşılaştıkları her siyah Afrikalıyı gözaltına almaya karar verdiler; 20 bini köle işçi olarak kamplarda ölümüne çalıştırıldı. Neticede, savaş esnasındaki İngiliz politikaları, 48 bin sivilin ölümüne neden oldu. Bu, iki tarafın asker kayıplarının toplamından 18 bin daha fazlaydı.238
Emily Hobhouse |
18 Haziran 1900 tarihine kadar çeşitli kampları gezen Emily Hobhouse, gördüğü insanlık dışı koşulları ve yaşananları bir rapor haline getirerek Güney Afrika Felaket Fonu’na (South Africa Distress Fund) sunmuştur. Buna rağmen Lord Kitchener, 26 Haziran’da Cape Valisi Alfred Milner’e çektiği telgrafta, kamplara kadın ve çocukların dahil edilmesini savunmuştur.
Sağlığının bozulmasına rağmen kampları gezerek yaşananları ifşa etme çabasını devam ettiren Emily Hobhouse, 31 Ekim’de 1900 tarihinde sıkıyönetim yönetmeliği uyarınca sürgün edilmek üzere Roslin Kalesi’ne götürülmüştür. Burada Kitchner ve Milner’ı yaşananlardan sorumlu tuttuğu suçlayıcı birer mektup yazmıştır.239 Buna rağmen kamplar varlığını devam ettirmiş ve her geçen gün buralarda ölenlerin sayısı giderek artmıştır.
Nihayet İngilizler ile Boerler arasında 31 Mayıs 1902’de imzalanan barış antlaşmasından sonra toplama kamplarındaki Boerler yavaş yavaş serbest bırakılmaya başlanmıştır. Elbette antlaşma, bölgenin İngiliz hakimiyetine girmesi üzerine kuruludur. 1909’da da Transvaal, Güney Afrika Birliği’ne girerek resmen İngiliz hakimiyetine dahil olmuştur.
İngilizler tarafından Boerler için kurulan toplama kampları, bir süre sonra “İngiliz olmayanları toplama merkezlerine” dönüşmüştür. (Sol üstte) Emily Hobhouse, toplama kampındaki Boer bir çocuk ile birlikte |
İngiltere’nin Almanya Büyükelçisi Sir Neville Henderson, yıllar sonra Nazi toplama kampları hakkında Alman Goering’e eleştirilerini iletirken, Goering kitaplığının raflarından bir Alman ansiklopedisindeki kamplarla ilgili maddeyi okumuş; “Konzentrationslager (toplama kampları)… Önce İngilizlerce Güney Afrika Savaşı’nda Boerlere karşı kullanılmıştır” demiştir.240 Görülebildiği gibi Hitler ve onun kontrolündeki Nazi Almanya’sı, kendi vahşetini mazur gösterebilmek için İngiliz derin devletinin uygulamalarını örnek vermektedir.
İngiliz derin devleti, Güney Afrika’da doğrudan kendi yönetimini kurmaktansa halk arasında azınlık olarak kalmış olan beyaz yerleşimcilerin hükümet kurmasını sağlamanın çok daha kârlı olduğunu görmüştür.241 “İçsel kolonyalizm” adı verilen bu sömürü yönteminde İngiliz derin devleti, Güney Afrika’da Apartheid (aşırı ırkçılık) rejiminin oluşmasına önayak olmuştur. Bu yönetim üzerinden de yerli halkı sürekli olarak baskı altında tutmuştur.242
Cecil Rhodes |
De Beers Birleşik Madencilik Şirketi’nin kurucusu olan Cecil Rhodes’a dikkatle baktığımızda, Apartheid rejiminin İngiliz derin devleti ile yakın bağlantısını daha iyi görürüz. Cecil Rhodes, 1870’de Güney Afrika’da Natal’a göç etmiş olan bir İngiliz’dir. Irkçı dünya görüşü, acımasız uygulamaları ve hatta homoseksüel olmasıyla İngiliz derin devleti mensuplarının tüm tipik özelliklerine sahiptir. Ayrıca, Rothschild ailesi tarafından finanse edilmektedir.243 Agresif bir biçimde İngiltere’nin kolonyal alanını genişletme çabası içinde olan Rhodes kısa süre içerisinde İngiliz emperyalizminin en güçlü sembolü haline gelmiştir.244 Cecil Rhodes ve Güney Afrika’daki ürkütücü uygulamaları ile ilgili detayları, kitabın 1. cildinde bulabilirsiniz.
De Beers Maden Şirketi’nin kurulmasından sadece iki yıl sonra 1890’da Cape Town’da Başbakan olan Rhodes, kendi adını verdiği Rodezya devletini kurmuştur. Kurucusu olduğu İngiliz Güney Afrika Şirketi ise, bölge halkına yönelik sömürü düzeninde kilit noktada olan bir şirkettir.
Afrika’da İngiliz silahı istemiyoruz
Güney Afrika, Cecil Rhodes’un öncülüğünde Apartheid (aşırı ırkçılık) politikasının acımasızlığını uzun yıllar yaşadı. Güney Afrika’ya bulaşan bu veba, binlerce insanın ölümüne neden oldu. |
Rhodes, Afrika’da kurduğu şirketi ile en başından itibaren, İngiliz Doğu Hindistan Şirketi’nin Hindistan’da sağladığı İngiliz hakimiyetine benzer şekilde bir sömürü hakimiyeti hedeflemiştir. Rothschild’e yazdığı mektuplarda da kendi şirketini “yeni bir Doğu Hindistan Şirketi” olarak tanımlamıştır. Üstelik bu şirket, Hindistan’da olduğundan çok daha hızlı ilerlemiş, halkı daha hızlı sömürmüştür.245
Toplum Bilimleri Uzmanı Marc Ferro, Cecil Rhodes’un işçilere bakış açısını kitabında şöyle anlatmıştır:
Cecil Rhodes’un yığmak istediği şey topraktı … yerli değil. (Rhodes): “Üstün bir ırk çoğalırken Afrika’yı Pigmelere bırakacak değiliz ya … Betchuanaland’dan ta Mankoarane’a kadar olan toprakları almakta bence hiçbir sakınca yok … bu yerliler bizim hakimiyetimiz altına girmeye mahkumlar … Yerliye bir çocuk gibi davranmalıyız ve ona alkolü yasakladığımız gibi seçme ve seçilme hakkını yasaklamalıyız.” Rhodes, aynı nedenle, Strop Bill’in, resmi görevlilere yerlileri kırbaçlama hakkını tanıyan tasarısını desteklemişti.246
Native Land Act (Yerel Toprak Yasası) adlı antlaşmanın 1913 tarihinde imzalanmasıyla siyah ve beyaz insanlara ait olan topraklar belirlenmiştir. Çeşitli İngiliz yayınlarında Güney Afrika’da siyahlara da topraklar verilmesi sözde demokratik bir üslupla anlatılsa da gerçekler çok farklıdır. Ülkenin nüfus yoğunluğu ağırlıklı olarak siyah yerlilerden oluşmasına rağmen beyaz yerleşimcilere ait olduğuna hükmedilen toprak oranı %82’dir. Buna karşılık siyahilere, sadece tamamen verimsiz olan topraklar verilmiştir. Siyahlar ekmekte oldukları arazileri yitirmişler, zorla göç ettirilmişlerdir. Bir milyonun üzerinde insan kendi toprağından, yurdundan, evinden olmuş; pek çoğu beyazlara hizmet etmek zorunda bırakılmıştır. Topraksız kalan işçiler canları pahasına madenlerde çalışmak zorunda kalmışlardır.247
(Sol sayfada) Native Land Act yasası, demokratik bir üslupla anlatılsa da, gerçekte siyahilere çok az miktarda ve verimsiz topraklar bırakan bir yasaydı.
(Üstte) Güney Afrika’da Apartheid’ın acımasızlığını gösteren tabelalar her yerdeydi. (Üst sol ortadaki tabela) ”Yerliler, Hintliler ve siyahiler. Eğer bu mülklere gece girerseniz, kayıp olarak listeleneceksiniz. Silahlı gardiyanlar sizi gördükleri yerde vuracaklar ve vahşi köpekler cesedinizi bir çırpıda parçalayacaklar. UYARILDINIZ!” |
Kenya
İngiliz derin devleti, Kenya’da da benzer yöntemlerle Afrikalıların topraklarına el koymuştur. Bu bölgede, halkın, el konulan arazilerde işçi olarak çalıştırılması ve işçi olmayı kabul etmeyenlerin gaddarca cezalandırılması için yerli halk arasından “şef” adı verilen kişiler belirlenmiştir.248
Afrikalı gruplar ve kabileler arasında -kendi emrinde olan- bir takım yöneticiler oluşturulması, İngiliz derin devletinin yöntemlerinden biridir. Böylelikle İngiliz derin devleti, hem söz konusu toprakları kendisi idare etme külfetinden kurtulmuş hem de halkı kendi içinde sınıflara ayırarak aralarında beklediği çatışma ortamlarını oluşturmuştur.
İngiliz yöneticiler, tüm sömürgelerde olduğu gibi Kenya’da da baskı ve zulümle ülkedeki otoritelerini ve kazançlarını artırmaya çalışmışlardır. Bu uygulamalar Kenyalılarda tepkiye neden olmuştur. 1950 yılında Kenya halkının İngiliz derin devletinin baskıcı uygulamalarına tepkisi had safhaya ulaşmıştır. Bundan sonra olanlar, İngiliz derin devletinin işlediği suçların incelendiği bir kaynakta şöyle anlatılıyor:
İngilizler ülke çapında bir isyandan endişe ederek, 1.5 milyon insanı topladılar ve toplama kamplarına yerleştirdiler. Bu kamplarda yaşananlar, midenizi bulandıracak.
Tutsaklar, “iş ve özgürlük” gibi sloganlar eşliğinde, toplu mezar kapama işinde, adeta köle işçi gibi ölümüne çalıştırıldı. Rastgele infaz nadir bir uygulama değildi ve işkence çok yaygındı. Erkekler bıçakla anal olarak tecavüze uğradı. Kadınların göğüsleri kesildi ve kopartıldı. Gözleri oyuldu, kulakları kesilip kopartıldı ve derileri dikenli tel sarılarak yırtıldı. İnsanlar gardiyanlar tarafından tecavüze uğradıktan sonra pense ile hadım edildiler. Sorgulamalar, bayılana ya da ölene dek tutuklunun boğazına bastırılmasını ve ağzının çamurla doldurulmasını içeriyordu. Kurtulanlar bazen canlı canlı yakılıyordu.
Resmi ceset sayımları 2 binin altında ama daha güvenilir tahminler toplam ölü sayısının on binlerce ya da yüz binlerce kişi olduğunu belirtiyor. Çoğu sivil ya da çocuk, isyancılara yardım etmek gibi belirsiz ve uydurma suçlamalarla gözaltına alındı. Hepsi de bir hiç uğrunaydı.249
İngiliz derin devletinin Kenya’da yaşattığı zulüm içler acısıdır. Toplama kampları adeta ölüm kampları halini almıştır. İnsanlar, kendi topraklarında esir ve köle haline getirilmişlerdir. İngiliz askerlerinin gözetiminde aşağılanan halkın yaşadığı acı yüzlerinden okunmaktadır. |
ABD’nin 44. Başkanı Barack Obama’nın babası da, Kenya’daki bu kamplarda işkence gören kişiler arasındadır. Bu gerçeğe rağmen Obama, yıllar sonra ABD başkanlık koltuğunda, İngiliz derin devletinin yönlendirmesinden kaçamamıştır.
Kenya’nın 1963 yılında bağımsızlığını ilan etmesi ile İngilizler ülkeden resmen çekilmişlerdir. Ancak Kenya’da sömürge döneminde gerçekleşen olaylar, İngiltere sömürgecilik tarihinin en dehşet verici uygulamalarından biri olarak tarihe geçmiştir.
Ancak bu çekilme elbette, İngiliz derin devletinin, Kenya’nın ve diğer Afrika ülkelerinin peşini bıraktığı anlamına gelmemektedir. Pek çok İngiliz sömürgesinin yönetiminde olduğu gibi Kenya’nın yönetiminde de doğrudan ya da dolaylı olarak rol oynayan isimler, İngiliz derin devleti ile olan ilişkilerini devam ettirmişlerdir.
Bu kişiler, Kenya adına, sözde ticari ve sosyal alanda kalkınmak amacıyla İngiltere’den çok yüklü miktarda borç aldıkları için ülke İngiltere’ye bağımlı hale gelmiştir. Bu borçları karşılamaları mümkün olmadığı için de bağımsızlıkları adeta ipotek altına girmiştir.250
Aldıkları borçlar herhangi bir sosyal ya da ekonomik kalkınma da sağlamamıştır. Afrika ülkeleri sanayileşememiş, ayrıca eğitim ve sağlık gibi temel sektörlerde de yatırım yapamamıştır. Alınan borçlar zarardan başka bir etki oluşturmazken kıtadaki doğal kaynaklar sömürüldüğü için bölge halkı bunları kendisi için hiç kullanamamıştır.
Sudan
Sudan’ı ele geçiren İngiliz derin devletinin bu bölgedeki en büyük saldırısı, bu ülkede yaşayan Müslümanların inançlarına yönelik olmuştur. Afrika’daki fethi en zor ülkelerden biri olan Sudan’da İslam’ın engellenmesi ve iç karışıklıkların artması için yapılanlar ibret vericidir.
Sudan’ın, İngiliz askeri birlikleri tarafından ele geçirilmesiyle Müslüman halka büyük zulüm başlamıştır. |
Sudan’ın orta ve kuzey bölümünde Arap-İslam kültürü etkinken, güney bölümünde geleneksel Afrika dinleri ve Hıristiyanlık yaygındır. Sudan’da, daha önce bu dinsel çeşitliliği baskılayan bir merkezi yönetim olmamıştır. İngiliz derin devletinin devreye girmesiyle, Arap-Afrikalı ayrımı çıkmış ve bu gitgide pekiştirilmiştir. Ülkenin işine yarayacak bölümlerine gözünü diken İngiliz derin devleti, Sudan’ın güney bölgelerini ayırmak için ülkedeki etnik bölünmeyi kışkırtmıştır.251
İngiliz derin devleti, Müslüman kuzey kesimden ayrımını kesinleştirmek istediği Güney Sudan’ı 1922’de “Kapalı Bölge” ilan etmiş ve giriş çıkışlar için pasaport ve vize işlemleri uygulamaya koymuştur.
Toplumsal huzurun kasıtlı ve planlı şekilde bozulduğu Sudan’da, sömürge döneminin sona erdiği bağımsızlık sonrasında dahi milli birlik tam olarak sağlanamamıştır. Sudan, halen iç karışıklıklarla karşı karşıyadır.
Örneğin İngiliz sömürgesi altındaki Sudan’da, sömürgeci yönetimin uyguladığı vahşete yönelik yaptığı ibret verici savunma, bir kitapta şu şekilde açıklanmıştır:
“Zenci, tembel bir hayvan”, dedi Sudan’dan Sir Rudolph Slatin, “çalışmaya zorlanmalıdır –hükümet tarafından zorlanmalıdır-“. Nasıl olacağının sorulması üzerine, şöyle yanıt verdi: “Sopa ile”.252 (Sudanlı kardeşlerimizi tenzih ederiz)
DİPNOTLAR:
- Marc Ferro, Sömürgecilik Tarihi, Çev: Muna Cedden, İmge Kitabevi, 1. Baskı, Ankara, 2002, s. 89-90
- Ferro, a.g.e, s. 90
- Kolonyalizm ve Emperyalizm tanımları için bkz. Stanford Encyclopedia of Philosophy,http://plato.stanford.edu/entries/colonialism/
- http://www.oxforddictionaries.com/definition/english/colonialism, (06.04.2015)
- Marc Ferro, Sömürgecilik Tarihi, Çev: Muna Cedden, İmge Kitabevi, 1. Baskı, Ankara, 2002 s.90
- Sömürgecilik Tarihi (Afrika-Asya), T.C. Anadolu Üniversitesi Yayını No:3120, Editör: Prof. Dr. Azmi Özcan, 1. Baskı, Eskişehir Ağustos 2014, s. 66
- Ania Loomba, Colonialism/Post Colonialism, New York, Routledge, 1998, s. 43-57
- Charles Darwin, The Descent of Man, 2. Baskı, New York, A L. Burt Co., 1874, s. 178
- Niall Ferguson, İmparatorluk, Britanya’nın Modern Dünyası Biçimlendirişi, Çeviren: Nurettin Elhüseyini, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2011, s. 253
- Francis Galton, (1883), Inquiries into Human Faculty and its Development,. London: Macmillan Publishers. s. 199.
- Peter J Bowler, Evolution: The History of an Idea, 3. Baskı, University of California Press, 2003, s. 308–310
- Niall Ferguson, İmparatorluk, Britanya’nın Modern Dünyası Biçimlendirişi, Çeviren: Nurettin Elhüseyini, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2011, s. 254
- Ferguson, a.g.e., s. 254
- Karl Pearson, “Darwinism, medical progress and eugnics; the Cavendish Lecture, 1912, an address to the medical profession”, https://archive.org/details/darwinismmedical1912pear
- Niall Ferguson, İmparatorluk, Britanya’nın Modern Dünyası Biçimlendirişi, Çeviren: Nurettin Elhüseyini, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2011, s. 123-124
- Ferguson, a.g.e., s. 129
- Ferguson, a.g.e., s. 119
- Ania Loomba, Kolonyalizm Postkolonyalizm, çev. Mehmet Küçük, Ayrıntı Yayınları, 1. Basım, 2000, ISBN 975-539-252-1 s. 208
- Yardımcı Doç. Dr. Veli Sırım, Bir Sömürge Aracı Olarak Eğitim, Çerçeve Dergisi, Sayı: 37, 2005
- Sömürgecilik Tarihi (Afrika-Asya), T.C. Anadolu Üniversitesi Yayını, No: 3120, Editör: Prof. Dr. Azmi Özcan, 1. Baskı, Eskişehir, Ağustos 2014, s. 67
- T.B. Macaulay, Minute on lndian Education, J. Clive (der.), Selected Writings, Chicago, IL: University of Chicago Press, 1972, s. 249
- Ania Loomba, Kolonyalizm Postkolonyalizm, çev. Mehmet Küçük, Ayrıntı Yayınları, 1. Basım, 2000, ISBN 975-539-252-1 s. 110
- Michael Banton, Race Relations, Tavistock Publications, 1967, s. 34
- Talal Asad, Antropoloji ve Sömürgecilik, Ütopya Yayınları, 1. Baskı, Ankara 2008, ISBN 978-975-6361-67-2, s.90
- https://www.therai.org.uk/
- Asad, a.g.e., s. 91
- Kwame Nkrumah, D. Brokensha, Applied Anthropology in English-Speaking Africa, Society for Applied Anthropology, 1966, s. 15
- Niall Ferguson, İmparatorluk, Britanya’nın Modern Dünyası Biçimlendirişi, Çeviren: Nurettin Elhüseyini, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2009, s. 190
- Sir H. M. Durand, Life Sir A. C. Lyall, Londra, 1913, s. 89
- Talal Asad, Antropoloji ve Sömürgecilik, Ütopya Yayınları, 1. Baskı, Ankara 2008, ISBN 978-975-6361-67-2, s.106
- Sömürgecilik Tarihi (Afrika-Asya), T.C. Anadolu Üniversitesi Yayını No:3120, Editör: Prof. Dr. Azmi Özcan, 1. Baskı, Eskişehir Ağustos 2014, s. 67
- Mîna Urgan, Bir Dinozorun Gezileri, Yapı Kredi Yayınları, 5. Baskı: İstanbul, Ekim 1999, ISBN 975-08-0138-5, s. 176
- Niall Ferguson, İmparatorluk, Britanya’nın Modern Dünyası Biçimlendirişi, Çeviren: Nurettin Elhüseyini, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2011, s. 244
- https://tr.wikipedia.org/wiki/İngilizce
- Mîna Urgan, Bir Dinozorun Gezileri, Yapı Kredi Yayınları, 5. Baskı: İstanbul, Ekim 1999, ISBN 975-08-0138-5, s. 176
- Eric Holt Gimenez, “We Already Grow Enough Food For 10 Billion People — and Still Can’t End Hunger”, Huffington Post, 18 aralık 2014, http://www.huffingtonpost.com/eric-holt-gimenez/world-hunger_ b_1463429.html
- Thomas Robert Malthus, An Essay on the Principle of Population, 4. Kitap, 5, Bölüm, http://www.econlib. org/library/Malthus/malPlong30.html
- Morris M, 10 Evil Crimes Of The British Empire, 4 Şubat 2014, http://listverse.com/2014/02/04/10-evil-cri mes-of-the-british-empire/
- Morris M, a.g.m.
- Gibbons, L. (1991) ‘Race Against Time, Racial Discourse and lrish History’, Oxford Literary Review, 13 (1-2) s. 96
- Ania Loomba, Kolonyalizm Postkolonyalizm, çev. Mehmet Küçük, Ayrıntı Yayınları, 1. Basım, 2000, ISBN 975-539-252-1, s. 186
- Madley, Benjamin, “Patterns of frontier genocide 1803–1910: The Aboriginal Tasmanians, the Yuki of California, and the Herero of Namibia.”, Journal of Genocide Research, 2004, 6(2), Haziran, s. 170
- Ferguson Robinson and Barry York, The Black Resistance, Widescope, 1977, Ch. 2 & 3
- Sefa M. Yürükel, Batı Tarihinde İnsanlık Suçları, Frida Yayınları, 2004, s. 93
- David S. Trigger, Whitefella Comin, Wild Time, Aboriginal responses to colonialism in northern Australia, Department of Anthropology, The University of Western Australia, 1992, Cambridge University Press, Cambridge, 1992 s. 20
- C. Turnbull, Black War: The Extermination of the Tasmanian Aborigines. Melbourne: Lansdowne Press, 1948, s. 98
- Saunders Evans, Exclusion, Exploitation and Extermination, Race relations in colonial Queensland, ANZ, 1975, Ch. 5
- E. H. Dow (ed.), Trollope’s Australia, 1966, s. 134-142.
- Saunders Evans, Exclusion, Exploitation and Extermination, Race relations in colonial Queensland, ANZ, 1975, s. 51
- Marc Ferro, Sömürgecilik Tarihi, Çev: Muna Cedden, İmge Kitabevi, 1. Baskı, Ankara, 2002, s. 276
- “Avustralya Aborijinleri”, http://www.tarihiolaylar.com /tarihi-olaylar/avustralya-Aborijinleri-74
- R. M. Jones, “Tasmanian Tribes”, Appendix in N. Tindale, Aboriginal Tribes of Australia, Australian National University Press, Canberra, 1974, s. 325
- Reynolds, H., Fate of a Free People: A Radical Re-examination of the Tasmanian Wars. Ringwood: Penguin Australia, 1995, s. 4
- David Monaghan, “The Body-snatchers”, The Bulletin, 12 Kasım 1991, s. 34.
- Creation Ex Nihilo, Vol 14, No. 2, Mart-Mayıs 1992, s. 17
- David Monaghan, “The Body-snatchers”, The Bulletin, 12 Kasım 1991, s. 30-38
- Monaghan, a.g.m., s. 34
- Sharman Stone, Aborigines in White Australia: A Documentary History of the Attitudes Affecting Official Policy and the Australian Aborigine 1697–1973, Heinemann Educational Books, Melbourne, 1974
- Stone, a.g.e., s. 83
- Jani Roberts, How New-Darwinism Justified Taking Land From Aborigines and Murdering Them in Australia, http://www.witch.plus.com/ausrace.html
- Roberts, a.g.m.
- Sharman Stone, Aborigines in White Australia: A Documentary History of the Attitudes Affecting Official Policy and the Australian Aborigine 1697–1973, Heinemann Educational Books, Melbourne, 1974, s.96
- Stone, a.g.e., s. 93
- Yuval Noah Harari, Dinin Kanunu, http://liberteryen.org/2016/03/dinin-kanunu/
- Ania Loomba, Kolonyalizm Post Kolonyalizm, Çev: Mehmet Küçük, Ayrıntı Yayınları, Birinci Basım, İstanbul 2000, ISBN 975-539-252-1, s. 21
- Stanley Wolpert, A New History of India; 3. Baskı, Oxford University Press, 1989, s. 226-28
- 158. Henry Crossly Irwin, (1880). The Garden of India, (or Chapters on Oudh History and Affairs), London: W. H. Allen Co., s. 107
- Marc Ferro, Sömürgecilik Tarihi, Çev: Muna Cedden, İmge Kitabevi, 1. Baskı, Ankara, 2002 s. 345
- Herman Kulke ve Dietmer Rothermund, Hindistan Tarihi, Çev. Müfit Güney, Ankara, İmge, 2001, s. 333
- Ania Loomba, Kolonyalizm Post Kolonyalizm, Çev: Mehmet Küçük, Ayrıntı Yayınları, Birinci Basım, İstanbul 2000, ISBN 975-539-252-1 s. 74
- Niall Ferguson, İmparatorluk, Britanya’nın Modern Dünyası Biçimlendirişi, Çeviren: Nurettin Elhüseyini, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2011, s. 156
- Simon Smith, (1998), British Imperialism 1750–1970, Cambridge University Press. ISBN 0-521-59930-X, s. 50-57
- Yogesh Chadha, Gandhi: A Life,John Wiley & Sons Inc., 1997, ISBN 9780471350620 s. 237
- Colonet Anil Athale, “What will be history’s verdict on the Ramlila maidan eviction?“, 8 Haziran 2011, http:// www.rediff.com/news/column/what-will-be-historys-verdict-on-the-ramlila-maidan-eviction/20110608.htm
- Report of Commissioners, Vol I, II, Bombay, 1920, Yeni Delhi, 1976, s. 56
- Disorder Inquiry Committee Report, Vol II, p 191
- Report of Commissioners, Vol I, II, Bombay, 1920, Yeni Delhi, 1976, s. 56
- Report of Commissioners, Vol I, II, Bombay, 1920, Yeni Delhi, 1976, s. 10-11
- Home Political, Eylül 1920, No 23, National Archive of India, Yeni Delhi
- Report of Commissioners, Vol I, Yeni Delhi, s. 105
- Report of Commissioners, Vol I, II, Bombay, 1920, Yeni Delhi, 1976, s. 11
- 173. Report of Commissioners, Vol I, II, Bombay, 1920, Yeni Delhi, 1976, s. 55-56
- 174. Report of Commissioners, Vol I, II, Bombay, 1920, Yeni Delhi, 1976, s. 55-56
- Ania Loomba, Kolonyalizm Post Kolonyalizm, Çev: Mehmet Küçük, Ayrıntı Yayınları, Birinci Basım, İstanbul 2000, ISBN 975-539-252-1 s. 103
- Amartya Sen, Imperai Illusion, New Republic, 31 Aralık 2007, https://newrepublic.com/article/61784/imperial-illusions
- Romesh Chunder Dutt, The Economic History of India Under Early British Rule: From the Rise of the British Power in 1757, to the Accession of Queen Victoria in 1837, Kegan Paul, Trench, Trübner, 1906
- Roy Tirthankar, “The Economic History of India1857-1947,” Oxford Texbooks, 2006, s. 240
- Rakhi Chakrabotrty, “The Bengal Famine: How the British engineered the worst genocide in human history for profit”, Yous Story, 15 Ağustos 2014, https://your story.com/2014/08/bengal-famine-genocide/
- Dr Ramtanu Maitra, “Genocide, The British Don’t Want You To Know About – They Systematically Starved To Death Over 60 Millions Of Eastern Indians!”, The Millenium Report, 14 February 2017, http://themillenniumreport.com/2017/02/genocide-the-british-dont -want-you-to-know-about-they-systematically-starved-to-death-over-60-millions-of-eastern-indians/
- Yücel Bulut, “Hindistan’da İngiliz Sömürgeciliği, Oryantalizm ve William Jones”, Sosyoloji Dergisi, 3. Dizi, Sayı 6, 2003, s. 88
- “London March 22” Oxford Journal, British Newspaper Archive, 23 Mart 1771, Retrieved 29 August 2014
- Rakhi Chakrabotrty (15 Ağustos 2014) “The Bengal Famine: How the British engineered the worst genocide in human history for profit”, Your Story, https://yourstory.com/2014/08/bengal-famine-genocide/
- Vineet Menon, “Forgotten Genocide”, Politircks, https:// politricks.quora.com/Forgotten-Genocide
185 Imperial Gazetteer of India 1907, s. 488
- David Fieldhouse, “For Richer, for Poorer?”, in Marshall, P. J., The Cambridge Illustrated History of the British Empire, Cambridge: Cambridge University Press., 1996, ISBN 0-521-00254-0, s. 132
- Sumit Guha, Environment and Ethnicity in India, 1200-1991, Cambridge Studies in Indian History& Society, 2006, ISBN 0 521 64078, s.116
- Prasanta Chandra Mahalanobis, R. K. Mukherjea, A. Ghosh (1946) “A sample survey of after effects of Bengal famine of 1943” Sankhya 7 (4) s. 337-400
- Mark B. Tauger, The Indian Famine Crises of World War II, British Scholar Edinburgh University Press, Mart 2009, 1 (2): 2009, s. 187
- Herman, Arthur, Gandhi & Churchill: The Epic Rivalry that Destroyed an Empire and Forged Our Age, Bantam, 2009, s. 513
- Scott Horton, “Churchill’s Dark Side: Six Questions for Madhusree Mukerjee”, Harpers, 4 Kasım 2010, http://harpers.org/blog/2010/11/churchills-dark-side-six-questions-for-madhusree-mukerjee/
- Shashi Tharoor, “The Ugly Briton”, Time, 19 Kasım 2010, http://content.time.com/time/magazine/article/ 0,9171,2031992,00.html
- M. Morris, “10 Evil Crimes of the British Empire”, 4 Şubat 2014, http://listverse.com/2014/02/04/10-evil-crimes-of-the-british-empire/
- Peter Scheckner, An Anthology of Chartist Poetry: Poetry of the British Working Class, 1830s–1850s, Fairleigh Dickinson Univ Press, s. 53
- Marc Ferro, Sömürgecilik Tarihi, Çev: Muna Cedden, İmge Kitabevi, 1. Baskı, Ankara, 2002 s. 440
- Eric Williams, Kapitalizm ve Kölelik, Dipnot Yayınları, Ankara 1. Baskı, 2013, s. 51
- Mark Curtis, Secret Affairs: Britain’s Collusion with Radical Islam, Serpent’s Tail, 2011, e-book
- The Tribune, Line of Division, Real and İmagined, 24 Eylül 2006 http://www.tribuneindia.com/2006/2006 0924/spectrum/main1.htm
- Marc Ferro, Sömürgecilik Tarihi, Çev: Muna Cedden, İmge Kitabevi, 1. Baskı, Ankara, 2002 s. 441 – 442
- Ferro, a.g.e., s. 442
- Ferro, a.g.e., s. 444
- Ishtiaq Ahmed, State, Nation and Ethnicity in Contemporary South Asia, Cassel Pub., London & New York, 1998, ISBN – 978-1855675780, s. 99
- Marc Ferro, Sömürgecilik Tarihi, Çev: Muna Cedden, İmge Kitabevi, 1. Baskı, Ankara, 2002 s. 404
- Anthony Read, David Fisher, The Proudest Day: India’s Long Road to Independence, New York: W. W. Norton & Company, 1998, ISBN 9780393045949 s. 487
- Read, a.g.e., s. 484-485
- M. Morris, 10 Evil Crimes of the British Empire, 4 Şubat 2014 http://listverse.com/2014/02/04/10-evil-crimes-of-the-british-empire/
- Edmund Heward, The Great and the Good: A Life of Lord Radcliffe, Barry Rose Publishers, 1994, ISBN 978-1872328911, para. 1
- The London Gazette: no. 38627, s. 2748. 3 Haziran 1949
- Osmanlı Arşiv Belgesi, HAT 955/4097/B.
- Darkot (1997), s.136
- A. S. Bujra, “Urban Elitesand Colonialism: The Nationalist Elites of Aden and South Arabia”, MiddleEasternStudies, Vol. 6, No. 2, Taylor&Francis, 1970 s. 190
- Serpil Açıkalın, Gamze Coşkun, Sedat Laçiner, Yemen Dosyası, Fakirlik ve terör kıskacında bir ülke, USAK Yayınları, Ankara-Haziran 2010, ISBN 978-605-4030-34-7, s. 58-59
- Robert R. Robbins, “The Legal Status of Aden Colonyandthe Aden Protectorate”, The American Journal of International Law, Vol. 33, No. 4, 1939, s. 701.
- M. Morris, 10 Evil Crimes of the British Empire, 4 Şubat 2014 http://listverse.com/2014/02/04/10-evil-crimes-of-the-british-empire/
- G. Wyman Bury, Pan-İslam veya İslam İmparatorluğu, Destek Yayınevi, Ağustos 2011, ISBN 978- 605-4455-61-4, s. 26, 49, 65
- Aynur Erdoğan, Yemen hala Osmanlı’ya bağlı…, Dünya Bülteni, 20 Haziran 2011, http://www.dunyabulteni.net/tarih-ve-toplum-konusmalari/164059/yemen-hala-osmanliya-bagli
- Ahmet Asan (Karadeniz Teknik Üniversitesi, Tarih Bölümü), Avrupa Sömürgeciliğinin Afrika Üzerindeki Etkileri, http://akademikperspektif.com/2014/07/27/avrupa-somurgeciliginin-afrika-uzerindeki-etkileri/
- Okt. Mürsel Bayram, Enerjeopolitik Müdahaleler Ve Afrika’daki İç Savaşlar: Nijerya, Angola ve Sudan Örnekleri, Kırıkkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Ocak 2017, Cilt: 7, Sayı: 1, s. 220
- Prof. Dr. Azmi Özcan, Sömürgecilik Tarihi (Afrika-Asya), T.C. Anadolu Üniversitesi Yayını, No:3120, 1. Baskı, Eskişehir, Ağustos 2014, s. 65
- Mariam Arif Gassemi, Somalia: Clan vs. Nation, Michigan Üniversitesi, 2002, s. 4
- Oral Sander, Siyasi Tarih İlkçağlardan 1918’e, 18. Baskı, İmge kitabevi, s. 230
- Niall Ferguson, İmparatorluk, Britanya’nın Modern Dünyayı Biçimlendirişi, Çeviren: Nurettin Elhüseyini, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2011, s. 233
- Ferguson, a.g.e., s. 165
- Talal Asad, Antropoloji ve Sömürgecilik, Ütopya Yayınları, 1. Baskı, Ankara 2008, ISBN 978-975-6361-67-2, s.74
- Mark Curtis, The Great Deception: Anglo-American Power and World Order, Pluto Press, 1998, e-book
- P. J. Cain ve A. G. Hopkins, British Imperialism-Innovation and Expression (1688-1914), Longman (1. Baskı), 1993, ISBN: 978-0582491762, New York, s. 362-63, 407
- Prof. Dr. Davut Dursun ve Prof. Dr. Tayyar Arı, Orta Doğuda Siyaset, T.C. Anadolu Üniversitesi Yayını No: 3035, 1. Baskı, Eskişehir Ocak 2013, ISBN 978-975-06-1693-8, s. 37
- Dursun, a.g.e., s. 38
- Dursun, a.g.e., s. 38
- Dursun, a.g.e., s. 38
- Türkkaya Ataöv, Afrika Ulusal Kurtuluş Mücadeleleri, Ankara: AÜSBF Yayınları, 1973, s. 33-50
- Prof. Dr. Davut Dursun ve Prof. Dr. Tayyar Arı, Orta Doğuda Siyaset, T.C. Anadolu Üniversitesi Yayını No: 3035, 1. Baskı, Eskişehir Ocak 2013, ISBN 978-975-06-1693-8, s. 39
- Dursun, a.g.e, s. 40
- Dursun, a.g.e, s. 40-41
- “Blair, Darbeci Sisi’ye Danışman Oldu”, Sabah, 3.7.2014 http://www.sabah.com.tr/dunya/2014/07/03/blair-darbeci-sisiye-danisman-oldu
- Talal Asad, Antropoloji ve Sömürgecilik, Ütopya Yayınları, 1. Baskı, Ankara 2008, ISBN 978-975-6361-67-2, s. 148
- Thomas Pakenham, The Boer War, Weidenfield and Nicolson, Londra, 1997
- M. Morris, 10 Evil Crimes of the British Empire, 4 Şubat 2014 http://listverse.com/2014/02/04/10-evil-crimes-of-the-british-empire/
- South African History online, Second Anglo-Boer War 1899 – 1902, http://www.sahistory.org.za/topic/women -children-white-concentration-camps-during-anglo-boer-war-1900-1902
- The Birth of the Concentration Camp? British Imperialism and the Origins of Modern Detention, Council of European Studies, Autumn 2013, volume 43, sayı 2, https://councilforeuropeanstudies.org/files/Perspectives/Autumn2013/s10_Forth.pdf
- David Birmingham, The Decolonization of Africa, Taylor & Francis e-Library, 2009, s. 1-6
- Walter, Rodney (1973), How Europe Underdeveloped Africa, Dar-Es-Salaam ve London, 6. Baskı, Bogle-L’Ouverture Publications, s. 232-233
- Niall Ferguson, İmparatorluk, Britanya’nın Modern Dünyayı Biçimlendirişi, Çeviren: Nurettin Elhüseyini, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2011, s. 220
- Seval Çolak, Özel Bir Kolonyalizm Türü Apartheid, Ankara Üni. Sosyal Bilimler Ens. Afrika Çalışmaları Anabilim dalı Yüksek Lisans Tezi, Ankara- 2015, s. 47
- Niall Ferguson, İmparatorluk, Britanya’nın Modern Dünyası Biçimlendirişi, Çeviren: Nurettin Elhüseyini, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2011, s. 223-224
- Marc Ferro (2002), Sömürgecilik Tarihi, Çev: Muna Cedden, İmge Kitabevi, 1. Baskı, Ankara, s.146
- Ferro, a.g.e., s. 241-242
- Ania Loomba, Kolonyalizm Postkolonyalizm, çev. Mehmet Küçük, Ayrıntı Yayınları, 1. Basım, 2000, ISBN 975-539-252-1, s. 151-152
- M. Morris, “10 Evil Crimes of the British Empire”, 4 Şubat 2014, http://listverse.com/2014/02/04/10-evil-crimes-of-the-british-empire/
- Editör: Prof. Dr. Azmi Özcan, Sömürgecilik Tarihi (Afrika-Asya), T.C. Anadolu Üniversitesi Yayını No:3120, 1. Baskı, Eskişehir Ağustos 2014, s. 55
- Mürsel Bayram, Sudan’ın Etnopolitik Sorunlarını Besleyen Faktörlerin Tarihsel Bir Analizi, Tarihin Peşinde Uluslararası Tarih ve Sosyal Araştırmalar Dergisi, Yıl: 2016, Sayı: 16, s. 201 http://www.tarihinpesinde.com/dergimiz/sayi16/M16_11.pdf
- V. G. Kiernan (1969), The Lords of Human Kind, Peli can Book, Londra, s. 242-243